Geçenlerde, halkın arasına karışmak için toplu taşımaya bindim (Bir de benzin parası kalmamışt). “Marmaray” diyorlar galiba, İstanbul’daki şu halk treni… Elimde de yazma teknikleri konulu bir kitap. İnsanlara örnek olayım diye oturup okurum veya en azından açıp elimde tutarım diye düşünüyordum. Ama çok kalabalıktı, ayakta kalmış bir edebiyatçının örnek olma sorumluluğu kalmıyordur herhalde. Bir yerlere […]
Geçenlerde, halkın arasına karışmak için toplu taşımaya bindim (Bir de benzin parası kalmamışt). “Marmaray” diyorlar galiba, İstanbul’daki şu halk treni… Elimde de yazma teknikleri konulu bir kitap. İnsanlara örnek olayım diye oturup okurum veya en azından açıp elimde tutarım diye düşünüyordum. Ama çok kalabalıktı, ayakta kalmış bir edebiyatçının örnek olma sorumluluğu kalmıyordur herhalde. Bir yerlere tutunup… O da ne! Atkuyruklu, hippi kılıklı, üniversite öğrencisi tipli bir genç kadın, ayakta, bir koluyla direğe sarılmış, gözlerini cep telefonuna dikmiş, o gün bir gazetenin pazar ekinde çıkan benim yazımı okuyor!
Hemen, meşhur bir yazar tavrıyla, dünyada kapladığım hacmi büyüterek biraz sokuluyorum güpgüzel okuruma. Omzuna işaretparmağımla usulca dokunuyorum. Yüzümde sevimli bir gülümsemeyle, aynı parmağımı önce elindeki ekrana uzatıyorum, sonra da çevirip kendimi gösteriyorum. “Onu,” diyorum, “ben yazdım.”
Gözümde canlandırdığım bu davranış hiç de meşhur bir yazar tavrı gibi gelmedi bana. Vazgeçtim. Ama farkında olmadan iyice yaklaşmışım. En iyisi başımı başka tarafa çevireyim diye düşündüm. Ne yapacağıma karar verene kadar, orada bulunmam tesadüf gibi görünsün. Bu arada, genç okurumun saygısız bir tavrıyla karşılaştım. Benim güzelim yazımı tuttu ekrandan indirdi, tipsiz bir çocuğun WhatsApp mesajını okumaya başladı. Profil fotoğrafını tam göremesem de, araya giren saygısız çocuğun tipsiz olduğuna kuşkum yoktu. Benim sözlerimden daha önemli ne yazmış olabilirdi ki, bakmak için biraz boynumu uzattım. Ekrandaki yazıları hâlâ tam göremiyordum ama bizim öğrenci kız da biraz çirkinmiş galiba. Neyse, çocuğa gereksiz bir yanıt yazdı, kalpler, çiçekler falan! E, anlamlı cümleler yazacak değildi ya bu tipler!
Hemen peşinden mesaj ekranını indirip tekrar benim yazıyı yukarı çekti. Günahını almışım güzel öğrencinin. Ne var ki, şu tipsiz onu bir türlü rahat bırakmıyordu. Onun yeni bir mesajını açıp okudu ve “Tamam, ben ararım.” gibi bir yanıt yazdı galiba. Mesajı indirince bu sefer benim yazıyı yukarı çıkarmadı, birini aradı. Herhalde şu tipsizle yazıştıkları konuda, başka bir arkadaşıyla görüştü.
Görüşmesi bitince tekrar benim yazıyı açmaz mı? O anda atılıp sarılmak geldi içimden. Yapmadım tabii, aramızda bir direk vardı, ona sarılıyordu genç okurum. Hatta bir iki adım geriledim. Biraz açılayım da başkaları da görsün bu güzelliği. Meşhur bir yazarın öyle güzel, önemli bir yazısının ne zor şartlarda okunduğunu herkes anlasın.
Sonra, durup dururken aşağı indirdi benim yazıyı. Ne bir mesaj geldi ne biri telefonla aradı. Demek yazıyı tamamlamaya değer bulmadı! Eyvah, biraz uzaklaşmalıyım, diye düşünerek bir adım geriledim. Şimdi dönecek, öfke saçan gözlerle bakacak bana. Yıldız yıldız! Bir de kınayan ses tonuyla, “Ya, abi, ne biçim yazı bu!” diyecek. Hatta “amca” diyecek. “Moruk!” Hiç sevmem akrabalık sıfatlarını.
Nankör bu okur milleti, nankör! Üç hafta uğraştım ben o yazı için. Tamam, gece gündüz değil, yine de başlayıp bitirdiğim üç hafta içinde en az 10 saatimi harcamışımdır. Sözlüklere baktım, bazı bilgileri teyit ettim, birçok cümle üzerinde tekrar tekrar düşündüm, paragrafları değiştirdim… Of, ateş bastı düşündükçe. Neyse ki, o sırada durağa yanaşan trenin kapısı açılınca biraz serinledim. Ve tatlı öğrenci o durakta inince, içim genişledi. Meğer ineceği yere geldiği için yazıya ara vermiş. Öyle ya, çarpıya falan basıp kapamamıştı sayfayı, sadece aşağıya indirmişti. Belli ki devam edecekti.
Ertesi gün, gazetedeki editör arkadaşım istatistik bilgilerini gönderdi. O yazıma 17 bin kişi tıklamış. Okuma süresi, sekiz dakika on saniye civarındaymış ve tıklayanların yaklaşık yüzde 20’si, ilk girişte bu süre kadar ekranı açık tutmuş. Peh, yüzde yirmiymiş, yaklaşıkmış! Üstelik iyi rakamlar diye sırıtarak göndermişti arkadaşım bu bilgileri. Editörümün sırıttığı hali gözümde canlandı nedense.
Yazıyı açanların yüzde 55’i, metni bir kereden fazla ekrana getirmişler. Bu iyi bir şeymiş. Araya giren çelicilere rağmen okurların çoğu yarım bıraktıkları metne tekrar tekrar dönmüşler. 9 binden fazla kişi öyle yapmış. Vay be!
Demek trende gördüğüm sevimli okur da bu 9 bin güzel insandan biriydi. Hani ben 10 saat uğraştım diye ona kızmıştım ya, ne büyük haksızlık etmiştim. Harcadığım süre, hepsi hepsi 600 dakika… Yüz kişi bile okumuş olsaydı, toplamda benim harcadığımdan çok daha büyük bir ömür parçasını feda etmiş olurlardı. Ömürlerinden bir daha geri gelmeyecek, telafi edemeyecekleri en büyük değeri vermişlerdi. Üstelik onca seçenekleri varken, ekranı kapatıp kapatıp açarak, tekrar tekrar tercih ederek.
Kendimi borçlu hissettim o güzel okura. Bir daha karşılaşamayacağımı bilmek, onu daha da yakın hissettirdi. İyi ki bu yolu seçmiştim. Benzin parası bulamadığım daha çok gün yaşayacaktım. Ne güzel! Otobüslerde, trenlerde, o yıldızlı gözlerini ekranlara dikmiş ne çok okurla karşılaşacaktım. Bir şeyler yazmak için günlerini harcayan yazarların çalışmaları karşılığında, ömürlerinden parçalar ayıran o güzel insanları hep görecektim.
Ne kötü bir alışkanlıktır, alışmak! Marangozlar, ürettikleri parçaları bazen “işkence” denen bir tür sıkıştırma aracına bağlarlar. Bu işleme “alıştırmak” derler. Parçanın istenilen şekli alması için yapılan son işlemdir bu. Metal işlerinde de “alıştırmak” uygulaması vardır. Ürünün hareketli parçasının, biraz zorlayarak ve çok kez tekrarlayarak, kendisinden beklenen hareketi kolaylıkla yapacak hale gelmesi sağlanır. Bir malzemeyi işleyenler, […]
Devamını OkuSteinbeck’in Fareler ve İnsanlar kitabındaki George’u tanıyorsunuz. Arkadaşı Lennie ile 1930’lu yıllarda, Amerika’da çiftliklerde çalışır. Başında bir patron bulunmayacağı günlerin hayalini kurar. Kendine aitküçük bir çiftlikte, bağımsız ve saygın bir insan olarak hayatını sürdürmeyi düşler. Bütünhayallerinde Lennie de vardır. Mecburen. Çünkü Lennie kendi başına yaşayamaz. Dev cüsseli ve fizikgücü çok yüksek bu adam, zihinsel olarak […]
Devamını OkuKaranfil dergideki ilk yazımda, Ulus’un benim için çok önemli bir yer olduğunu yazmıştım. Öyle ki iki yazıdır devam eden Ulus sevdasına, üçüncü yazımla devam ediyorum. Bir süredir Ankara’ya gelemiyorum, dolayısıyla Ulus’tan da uzaktayım ama illaki kalbimin bir yerinde fotoğraflarına bakarak avunuyorum. Ulus’la ilgili bu yazımda, elbette sınırlı tutarak gezip gördüğüm ve fotoğrafladığım bazı mekânları anlatmak […]
Devamını Okuİki katlı evleri, caddeler kadar geniş sokaklarıyla Bahçelievler çocukluk rüyamızın ayrılmaz bir parçasıydı. Cumhuriyet Ankara’sının gözde semtlerinden olan mahallede bir zamanlar bakanlar oturuyor, sokaklarında atla gezinti yapan askerlere rastlanıyordu. Bugün belki o eski görkemi yok ama yine de hâlâ Ankara denince ilk akla düşenlerden. Mahalleye henüz Zürih Pastanesi gelmemişti ama Şişman Pastanesi hâlâ yerindeydi. Seda […]
Devamını Oku