Geçtiğimiz gün Instagram’da karşıma çıkan bir stand-up videosuyla bu soruyu gülerek hatırladım. Komedyen Tuna Kalınsaz, “En denizi olmayan şehir Ankara.” diye başlıyordu. Ayvalık ile Ankara arası 658 kilometre. Çocukluğumda bu yolculuk 9-10 saat sürerdi. Ne yazık ki hiç tanımadığım dedemin Ayvalık’taki yazlığına doğru giderken gri asfalt yol boyunca önce bozkırı sonra bozkırın ortasında aniden beliren […]
Geçtiğimiz gün Instagram’da karşıma çıkan bir stand-up videosuyla bu soruyu gülerek hatırladım. Komedyen Tuna Kalınsaz, “En denizi olmayan şehir Ankara.” diye başlıyordu.
Ayvalık ile Ankara arası 658 kilometre. Çocukluğumda bu yolculuk 9-10 saat sürerdi. Ne yazık ki hiç tanımadığım dedemin Ayvalık’taki yazlığına doğru giderken gri asfalt yol boyunca önce bozkırı sonra bozkırın ortasında aniden beliren ağaçları seyrederdim. O ağaçlar bozkırın monotonluğunun arasında dikkatimi çekerdi. Coğrafya öğretmenime bu konuda sorular sorardım ve bu merakım sayesinde “step” kelimesini de öğrenmiş olmalıyım. Step ve orman iki ayrı bitki örtüsü.
Coğrafya öğretmenim step konusunu anlattıkça aklımda başka sorular belirmeye başlardı.
Tarih dersi… Timur 1402’deki Ankara Muharebesi’nde savaştırdığı fillerini nereye saklamıştı? Farklı kaynaklar Çubuk Ovası’na işaret ediyor. 1402’deki Ankara nasıldı? Timur filleri nereye gizlemişti? Yol boyunca çocuk zihnimde bu sorular dönüp dururdu. O ormanlar nereye kaybolmuştu?
Yazları sıcak ve kurak, kışları sert ve yağışlı… Ama kışları gri, bazen grilikten manasız bir depresyona girersiniz. Deniz olsa o depresyona girer miydik? Girerdik, poyrazda eve kapanmak gerekir bazen.
Deniz çocuklukta benim için yaz tatiliyle özdeşleşmiş bir “özgürlük” alanıydı. Dalgaların ortasına atlamak, tuzlu su yutmak, iskeleden atlamak… Tüm bunlar çocukluğumun özgür hissettiren anlarıydı. Babama sıkça sorardım: “Ankara’da neden deniz yok?”
Babamın yanıtı geçmişe dayanan bir hikâyeydi benim için. Milyonlarca yıl önce Ankara’da deniz vardı. Ama zamanla bu deniz, bize kalan bozkıra dönüşmüştü. 193 milyon yıl önce yaşadığı düşünülen Ankara/Koserelik’ten dev bir mürekkep balığı fosili var – Tabiat Tarihi Müzesi’nde sergileniyor. Kazan tarafında da midyeler ve deniz yıldızları bulunmuş. Aslında Ankara’nın kökeninde deniz var ama biz milyonlarca yıl sonra bozkırda doğmuşuz ve yaşam süremiz milyon yıllara dayanmadığı için denize denk gelmemişiz. Bu hikâyeyi dinledikten sonra rüyamda Ankara’da deniz olduğunu gördüğümü hatırlıyorum.
Ankara’da deniz yok ama bambaşka bir hayat var. Uzun sohbetler, birbirine örülü hayat hikâyeleri ve bu hikâyelerden doğan dostluklar var. Bir insan 7 yaşından 43 yaşına kadar aynı kişiyle dost kalabilir mi? Ankara işte böyle bir yer, dost kalırsınız. Bir Ankaralı size kazık attığında da şaşırırsınız, “Kesin bir yerinde İstanbulluluk vardır.” dersiniz – birçok İstanbullu arkadaşımı tenzih etsem de. Sırtınızı güvenle yaslayabileceğiniz bir dost gibidir Ankara. Düzeni sıkıcı gelir ama o düzen iyidir. Bombalar patlamıyorsa güvenlidir. Değişik bir cümle oldu ama Ankaralılar beni anladı sanırım.
Ankara’da siyasetin dalgaları arasında savrulursunuz. Bu kentin derya deniz kulisleri hiç bitmez. Burada deniz, dedikodularıyla ve tüm kıpırtısıyla havada asılı durur. Düşünün sahil kenarında kahvenizi yudumlarken bir yandan siyaset konuştuğunuz bir Ankara… Olmaz, olamaz; çünkü bu şehir denizsizliğiyle güç kazanıyor. Eymir’de suya bakarken denizin eksikliğini değil bozkırın derinliğini hissedersiniz. Ve burada güneş tüm heybetiyle batar.
Ankara’nın denizi yok ama her köşesinde milyonlarca yıl önce olan o denizin dalgaları var. Tunalı’da yürürken Kızılay’da bir kahve içip konuşmaları dinlerken o dalgaların sesini duyarsınız. Bu dalgalar suyun değil, insanların düşüncelerinin dalgalarıdır. Bazen derinlerde kaybolursunuz, bazen yüzeye çıkarsınız ama bir şekilde hep hareketlisinizdir bu şehirde.
Ankara’da deniz mi yok? Evet, yok. İşte bu, tam da olması gerektiği gibi… Ankara’nın denizi yok ama milyonlarca yıl önce sahip olduğu deniz nedeniyle bozkırında ve steplerinde dalgalar yaratmayı da başarıyor.
“Yazları sıcak ve kurak, kışları sert ve yağışlı…”
Ankara Yazıları’na merhaba!
Koca bir çınar yanıyordu ve ben bir yangından kaçıyordum. Kaçışımda sızlayan topuklarımın ardında kalan yollar beni gece yarısında, bilmediğim bir sokağa taşıdı. Ankara’nın serin rüzgârı yüzüme çarpıyor, her adımda taşların iniltilerini duyuyordum. Arnavut kaldırımları sanki benden önce yürümüş bütün insanların hafızasını saklıyordu. Bir an için zamanda yolculuk yapar gibi hissettim; o an, kendimi Eski Ankara […]
Devamını Oku“Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz,ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim.”— Nâzım Hikmet, Vatan Haini (1962) Bir ülkenin hafızasında nasıl yaşanır? Bir insan yalnızca bedeninden mi sürülür, yoksa adı da bir gürültünün içine gömülürken, geride sessizliği mi kalır? Nâzım Hikmet, tam da bu sessizlikle hesaplaşan bir isim. Adı, bazen bir tutanakta, bazen bir suçlama metninde, bazen de bir […]
Devamını OkuKaranfil dergideki ilk yazımda, Ulus’un benim için çok önemli bir yer olduğunu yazmıştım. Öyle ki iki yazıdır devam eden Ulus sevdasına, üçüncü yazımla devam ediyorum. Bir süredir Ankara’ya gelemiyorum, dolayısıyla Ulus’tan da uzaktayım ama illaki kalbimin bir yerinde fotoğraflarına bakarak avunuyorum. Ulus’la ilgili bu yazımda, elbette sınırlı tutarak gezip gördüğüm ve fotoğrafladığım bazı mekânları anlatmak […]
Devamını Okuİki katlı evleri, caddeler kadar geniş sokaklarıyla Bahçelievler çocukluk rüyamızın ayrılmaz bir parçasıydı. Cumhuriyet Ankara’sının gözde semtlerinden olan mahallede bir zamanlar bakanlar oturuyor, sokaklarında atla gezinti yapan askerlere rastlanıyordu. Bugün belki o eski görkemi yok ama yine de hâlâ Ankara denince ilk akla düşenlerden. Mahalleye henüz Zürih Pastanesi gelmemişti ama Şişman Pastanesi hâlâ yerindeydi. Seda […]
Devamını Oku