9-25 Şubat 2018 tarihleri arasında gerçekleşen, adını Güney Kore’nin aynı kentinden alan Pyeongchang Kış Olimpiyatları öncesinde uluslararası “Barış Paneli”ne davet edilmiştim. Dikkat çekti. Otuzdan fazla dile çevrildi, yayımlandı. Seul Üniversitesi’nde gerçekleştirilen bu konferansta yaptığım konuşmanın izleğini dedemin tohum ekerken, annemin ekmek pişirirken özenle yerine getirdiği yakarı oluşturuyordu. Tohumu toprakla buluştururken, hamuru ekmeğe dönüştürürken niyet […]
9-25 Şubat 2018 tarihleri arasında gerçekleşen, adını Güney Kore’nin aynı kentinden alan Pyeongchang Kış Olimpiyatları öncesinde uluslararası “Barış Paneli”ne davet edilmiştim. Dikkat çekti. Otuzdan fazla dile çevrildi, yayımlandı.
Seul Üniversitesi’nde gerçekleştirilen bu konferansta yaptığım konuşmanın izleğini dedemin tohum ekerken, annemin ekmek pişirirken özenle yerine getirdiği yakarı oluşturuyordu. Tohumu toprakla buluştururken, hamuru ekmeğe dönüştürürken niyet açıklanır, üçlü bir paylaşımla eyleme girişilirdi: Bu kurda kuşa, bu konu komşuya, bu da bize!
Öncelik kurdun kuşun yani doğanın hakkıydı, sonra komşuların, sonra bizim. Öyle de olurdu, ilk pişen ekmek kapı önünde bekleyen köpeklere, kedilere paylaştırılır ardından komşulara taze ekmekten götürülür, sonra hane halkına verilirdi.
Anamalcı düzenin belleklere kazımaya çalıştığı ilk bize, hele hele hep bize yoktu, olmadı da.
Halk ozanı Sefil Selimi küflenmiş bu ‘yeni dünyanın’ ışıklı ölüm uykusuna teslim olanların beyhudeliğine bakar: “Kimse bana yaran olmaz yar olmaz” der ve kurt ile koyunu yaymanın uyuşumunu anlatır:
İmanım hükümdar benliğim esir
Ehl-i Beyt’i sevdim dediler kusur
Kimisi korkak der kimisi cesur
Kurt ile koyunu yaydım yayalı
Barış, sesin hükmüdür, sessizlikle tarif edilir. Martavala yer yoktur. O sessizlik sabırtaşının çığlığıdır. Barış, toplumların kültürel hafızasında birlikte söylemenin adıdır. Türkülerle, ağıtlarla, atasözleri, imece geleneğiyle barışın kültürel zemini kurulur. Halk barışın bir politik söylem değil, emek gerektirdiğini bilir. Onun için de Hacı Bektaşı Veli’yi Anadolu’ya bir güvercin donunda uçururken, emek ve ekmekle kutsar. Pirinden icazet alabilmesi için ona dar-ı cec yani arpa-buğday yığını üzerinde niyaz yaptırır, öyle kanatlandırır. Emeksiz ve ekmeksiz barış olmaz.
Anadolu insanı, yüzyıllar boyunca göçlerle, savaşlarla, yoksulluklarla sınanmıştır. Bu sınavların içinde bir başka gerçeği, dayanışmanın gücünü korumayı bilmiştir. İmece bunun en güçlü simgelerinden biridir. Herkesin eli aynı buğdayın üstündedir. Kerpicin biri kaymışsa komşunun omzu eksik olmaz. Bu yalnızca üretimin değil, barışın toplumsal örgütlenme biçimidir. Kimse kimseye üstün değildir; herkesin eli aynı emeği taşır. Kolektif tavır bilinci de besler.
“Kardeşlik” deniyor ya, bu kültürel harmanlanmadır. Halk türkülerinin sözlerinde de bu kolektif ruh vardır. Senfoninin tamamlayıcısı olmaktır. Birbirine tutunmadır, yorulanın yükünü almaktır.
Barışın türküler ve ağıtlardaki izi yalnızca şenlikte değil, acıda da vardır. Birinci Dünya Savaşı’nda Avşar’dan bir evden dört kardeş harbe alınmış. Dördü de geri dönmemiş, Sarıkamış’ta ölmüşler. Beşincisi çocukmuş, on altılı, onu da askere almışlar. O da gelmemiş. Anadolu kadını “Vay Anam Kurrası” deyip ilencini haykırmış:
Sarıkamış altın bulak
Soğanlı’yı biz ne bilek
Bizim uşak böyle geçer
Ağzı zıbın kara yelek
…
Gene kavga sesleniyor
On altılı isteniyor
Gidenlerden biri gelmez
Silahları paslanıyor
Ağıtlar yitirişin dili olduğu kadar savaşın anlamsızlığına karşı yükselen bir çığlıktır. Özellikle Avşar ağıtları, bu yanık sesin en çarpıcı örneklerini taşır. Avşar kadını, savaşta yitirdiği oğluna ağıt yakarken aslında ölüme, kıyıma, insana kıyan düzene isyan eder. “Yiğit yiğidi vurmaz” diye haykırır; bilir ki insanın insana, insanın doğaya, börtü böceğe kıyması en büyük yıkımdır. Ağıtların dili, savaş methiyesi değil, barış yakarışıdır.
Halkın vicdanı, ağıtların yanık tınısında dile gelir.
Atasözleri bu vicdanın bir başka dilidir. “Barış candan azizdir.” Bu sözler, yüzyıllar boyunca süzülmüş ortak aklın, barışın zorunluluğunu dile getiren ifadeleridir. Barış, yalnızca ulusların değil, en küçük toplulukların da varlık koşuludur. Barışsız muhabbet susar, alın teri boşa gider, çocukların gülüşü kaybolur.
Edebiyatımızın büyük anlatıcılarından Yaşar Kemal’in destansı dili, Anadolu insanının barışa duyduğu özlemin en görkemli yansımalarından biridir. Onun yapıtlarında insan doğayla mücadele etmez, macera yaşar. Yaşar Kemal, doğayı bir roman kahramanı gibi işlerken aslında bize şunu hatırlatır: gök, toprak, su, yılan, kurbağa, arı, kelebek barışla şarkı söyler. Doğaya kıyım barıştan uzaklaşmaktır. Doğanın ölüm sessizliği kadar korkuncu yoktur.
Fakir Baykurt’un öykülerinde ise halkın gündelik dayanışması, yoksulluğun, yokluğun içinde bile direnç simgelenir. Hayata tutunmayı bilmeyenin, direnme gücünün olmayacağını duyumsatır. Çağımız egemenleri tarafından yaygınlaştırılmaya çalışılan kötümserlik iklimine direnç oluşturur. Onun öykülerinde barış, büyük ideallerin değil, küçük yardımlaşmaların, komşunun kapısını çalmanın, bir tas çorbayı paylaşmanın içinde saklıdır. Barış büyük söylemlerde değil, hakikatin yalınlığındadır.
Halk hikâyeleri de bu zincirin bir parçasıdır. Ferhat’ın dağı delişi, yalnızca aşk için değil, insana inanç içindir. Âşık Garip’in yolculuğu, yalnızca sevgiliye değil, sözün gücüne inanışın yolculuğudur. Bu hikâyeler, kuşaklar boyunca yaşarken, barışın sabırla, sevgiyle, sözle kurulabileceğini öğütler.
9-25 Şubat 2018 tarihleri arasında gerçekleşen, adını Güney Kore’nin aynı kentinden alan Pyeongchang Kış Olimpiyatları öncesinde uluslararası “Barış Paneli”ne davet edilmiştim. Dikkat çekti. Otuzdan fazla dile çevrildi, yayımlandı. Seul Üniversitesi’nde gerçekleştirilen bu konferansta yaptığım konuşmanın izleğini dedemin tohum ekerken, annemin ekmek pişirirken özenle yerine getirdiği yakarı oluşturuyordu. Tohumu toprakla buluştururken, hamuru ekmeğe dönüştürürken niyet […]
Devamını Oku
“Felekten” kotardığımız güzellikler vardır. Türküler ve deyişler, çoğu zaman farkında olmadan hayatımıza karışmış başka ayrıcalıklar gibi felekten kotardığımız güzelliklerdir. Kaç bin insan ömrünün tanığı olarak dilimizde haykırış, kulaklarımızda ses olduğunu bilmeden söyler, dinler ve yaşarız. Yazık ki bu birikimi taşıyanları unutarak çoğalırız. Yaşar ve çoğalırız. Hakikat ehlinin söz ikliminde bizler de o mülke ortak oluruz, […]
Devamını Oku
Karanfil dergideki ilk yazımda, Ulus’un benim için çok önemli bir yer olduğunu yazmıştım. Öyle ki iki yazıdır devam eden Ulus sevdasına, üçüncü yazımla devam ediyorum. Bir süredir Ankara’ya gelemiyorum, dolayısıyla Ulus’tan da uzaktayım ama illaki kalbimin bir yerinde fotoğraflarına bakarak avunuyorum. Ulus’la ilgili bu yazımda, elbette sınırlı tutarak gezip gördüğüm ve fotoğrafladığım bazı mekânları anlatmak […]
Devamını Oku
İki katlı evleri, caddeler kadar geniş sokaklarıyla Bahçelievler çocukluk rüyamızın ayrılmaz bir parçasıydı. Cumhuriyet Ankara’sının gözde semtlerinden olan mahallede bir zamanlar bakanlar oturuyor, sokaklarında atla gezinti yapan askerlere rastlanıyordu. Bugün belki o eski görkemi yok ama yine de hâlâ Ankara denince ilk akla düşenlerden. Mahalleye henüz Zürih Pastanesi gelmemişti ama Şişman Pastanesi hâlâ yerindeydi. Seda […]
Devamını Oku