“nasıl iş bu her yanına çiçek yağmış erik ağacının ışık içinde yüzüyor neresinden baksan gözlerin kamaşır oysa ben akşam olmuşum yapraklarım dökülüyor usul usul adım sonbahar” Attilâ İlhan Yapraklar sararmış, şehirde hâkim olan puslu bir havaymış, rüzgârlar yağmurlara karışmış, velhasıl sonbahar kapıdaymış. Kapıda olan onca şey varken sonbaharı buyur etmemek olur mu? Sen geç şöyle, […]
“nasıl iş bu
her yanına çiçek yağmış erik ağacının
ışık içinde yüzüyor neresinden baksan
gözlerin kamaşır
oysa ben akşam olmuşum
yapraklarım dökülüyor
usul usul
adım sonbahar”
Attilâ İlhan
Yapraklar sararmış, şehirde hâkim olan puslu bir havaymış, rüzgârlar yağmurlara karışmış, velhasıl sonbahar kapıdaymış. Kapıda olan onca şey varken sonbaharı buyur etmemek olur mu? Sen geç şöyle, diğerleri bekleyedursun. Bırak kapıyı bacayı, kalbimize zil taktılar da hayırsıza uğursuza yine açılmadı zamanın o heybetli büyük kapıları. Sonu başı bilmem, bahar bahardır, sonbahara da haksızlık ettirmem, sonu gelenin elbet olacaktır muhteşem bir başlangıcı.
O tatlı meltemlerin, güneşin sımsıcak sarmalamalarının, tatilin ve daha bir sürü keyifli şeyin sonu geldi çattı. Sonbahar melankolik, sonbahar depresif. İnsan bazen düşündüğü kadar güçlü olmadığını, bir yaprak gibi savrulabileceğini fark ediyor. Umutların artık bizimle saklambaç oynayan güneş gibi bir görünüp bir kaybolduğunu düşünüyor, direnme gücü rüzgarlarla uçup başka diyarlara konuyor. Sonbaharı hep “hüzün mevsimi” diye anıyoruz ama aslında içinde koca bir yenilenme gizli. 102 yıl önce tam da bir sonbaharda küllerinden Cumhuriyet ile doğmuş bir milletin “yenilenme” cesareti değil midir bizi bugünlere getiren? Sadece bir yönetim biçimi değil, düşerken bile ayağa kalkabilmenin adı değil mi Cumhuriyet? Rüzgârın götürdüğü her yaprak toprağa düştüğünde yeni bir yaşamın habercisi oluyor. Bu yenilenme döngüsü her bir hücrenin sonuna başlangıç oluyor. Ağaçlar sararmış, yaprak dökülmüş de ne olmuş, içimizden bir şeyler dökülmesin yeter ki.
Ama kabul edelim: Sonbahar sadece romantik yürüyüşler, sarı yapraklı fotoğraflar demek değil. Aynı zamanda mesela bunun sokakta üşüyen kediyi, köpeği koruması var, çocukların küçülen montlarını botlarını nasıl alacağız denklemi var, pazarda kestane fiyatı yüzünden yaşanan aile dramı var, sürekli tartışma konusu olan “kombiyi ne zaman yakacağız” sorusu var. Hele bir de elektrik ve doğalgaz faturaları gelince, yapraklar değil, bizim suratlarımız sararıyor. Ama belki de bütün bunlar bize şunu hatırlatıyor: Hayat biraz da dayanışma ile kolaylaşıyor. Komşunun kapısına bıraktığın bir tabak yemek, başarılı bir gence verilen bir burs, askıda ödenen bir fatura, bir sıcak çay, bazen bir battaniye ya da giyilmemiş kıyafetleri paylaşma bir nebze olsun birbirimizin yaralarını sarıyor. En büyük servetimiz ise belki de Cumhuriyet’in bize verdiği en büyük armağan olan birlikte gülme özgürlüğü oluyor.
Ve işte, bu mevsimin bize öğrettiği bir şey daha var: uyum. Hiçbir yaprak, “Ben senden daha parlak sarıyım!” diye diğerine kızmıyor. Hepsi rüzgârla dans ederek, birbirine çarpsa da aynı toprağa düşüyor. Ağaç gövdesiyle, köküyle, dalıyla bir bütün oluyor, uyum içinde çalışıp yeniden yeşermek için hazırlığını yapıyor elbirliği ile. Doğanın bu uyumu aslında bize çok şey söylüyor, insanlar da yapraklar gibi eninde sonunda aynı toprağa düştüğünü fark ederse, belki barış dediğimiz şey çok da uzak görünmüyor. Biraz anlayış, biraz hoşgörü, biraz kardeşlik, biraz dayanışma ve aslında bol bol da sevda her derde deva oluyor.
“Ah Maria! Niçin seninle bir pencere kenarında oturup konuşamıyoruz? Niçin rüzgârlı sonbahar akşamlarında sessizce yan yana yürüyerek ruhlarımızın konuştuğunu dinleyemiyoruz? Niçin yanımda değilsin?” diyor Sabahattin Ali. Mesela “Gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç” diyen Hasan Hüseyin Korkmazgil var. “Eylül’dü / İzlerini çizdiği zaman ansızın gidişin / Şimdi yoktu bi anlamı suskunluğun. Çırılçıplak kalakaldım sessizliğinin orta yerinde.” diyen Cemal Süreya var. Bir yağmur kokusunda ya da gri bir denizde köpük köpük çağlayan gemilerin ardında sevdayı bulmak var. Velhasıl, açın kapıları sonbahara, bize hüzün değil, sevdayı fısıldıyor. İnsan biraz rüzgârla savrulsa da biraz yaprak gibi solsa da sevdayla birbirine sarıldığında yeniden bahara uyanıyor. İlk de olsa son da olsa, bahar dediğin insanın yüreğinde başlayınca gerçek oluyor. Kapıda kalan diğerleri mi? Onlar hep layığını buluyor…
“nasıl iş bu her yanına çiçek yağmış erik ağacının ışık içinde yüzüyor neresinden baksan gözlerin kamaşır oysa ben akşam olmuşum yapraklarım dökülüyor usul usul adım sonbahar” Attilâ İlhan Yapraklar sararmış, şehirde hâkim olan puslu bir havaymış, rüzgârlar yağmurlara karışmış, velhasıl sonbahar kapıdaymış. Kapıda olan onca şey varken sonbaharı buyur etmemek olur mu? Sen geç şöyle, […]
Devamını Oku
Yaz geldi. Güneş, “Ben buradayım!” diye bağırıyor; ter bezlerimiz ise “Biz de buradayız ve çalışıyoruz!” diye karşılık veriyor. Klimalarla gönül ilişkimiz başlamışken, karpuz-kalori denklemine kafa yormaya gerek yok sevgili okur, olsa olsa enerji sarfiyatı / fatura denklemi biraz bozar bizi. Sıcaktan bunalan bedeni soğutmak yine de kolay, yeter ki kalbiniz terlemesin. Sabah uyanır uyanmaz, güneşle […]
Devamını Oku
Karanfil dergideki ilk yazımda, Ulus’un benim için çok önemli bir yer olduğunu yazmıştım. Öyle ki iki yazıdır devam eden Ulus sevdasına, üçüncü yazımla devam ediyorum. Bir süredir Ankara’ya gelemiyorum, dolayısıyla Ulus’tan da uzaktayım ama illaki kalbimin bir yerinde fotoğraflarına bakarak avunuyorum. Ulus’la ilgili bu yazımda, elbette sınırlı tutarak gezip gördüğüm ve fotoğrafladığım bazı mekânları anlatmak […]
Devamını Oku
İki katlı evleri, caddeler kadar geniş sokaklarıyla Bahçelievler çocukluk rüyamızın ayrılmaz bir parçasıydı. Cumhuriyet Ankara’sının gözde semtlerinden olan mahallede bir zamanlar bakanlar oturuyor, sokaklarında atla gezinti yapan askerlere rastlanıyordu. Bugün belki o eski görkemi yok ama yine de hâlâ Ankara denince ilk akla düşenlerden. Mahalleye henüz Zürih Pastanesi gelmemişti ama Şişman Pastanesi hâlâ yerindeydi. Seda […]
Devamını Oku