Koca bir çınar yanıyordu ve ben bir yangından kaçıyordum. Kaçışımda sızlayan topuklarımın ardında kalan yollar beni gece yarısında, bilmediğim bir sokağa taşıdı. Ankara’nın serin rüzgârı yüzüme çarpıyor, her adımda taşların iniltilerini duyuyordum. Arnavut kaldırımları sanki benden önce yürümüş bütün insanların hafızasını saklıyordu. Bir an için zamanda yolculuk yapar gibi hissettim; o an, kendimi Eski Ankara […]
Koca bir çınar yanıyordu ve ben bir yangından kaçıyordum.
Kaçışımda sızlayan topuklarımın ardında kalan yollar beni gece yarısında, bilmediğim bir sokağa taşıdı. Ankara’nın serin rüzgârı yüzüme çarpıyor, her adımda taşların iniltilerini duyuyordum. Arnavut kaldırımları sanki benden önce yürümüş bütün insanların hafızasını saklıyordu. Bir an için zamanda yolculuk yapar gibi hissettim; o an, kendimi Eski Ankara Evleri’nin gölgeleri arasında buldum.
Ankara evlerinin camlarından yansıyan mum ışıklarının loşluğuyla yolumu bulmaya çalışıyordum. Sahi, nereye gidiyordum ben? Bu dar sokakların taş duvarları bana gizli bir sır fısıldıyordu. Akşamüstü kendimi bulduğum bu yürüyüş rotası zihnimin içinde soruları da taşıyordu. Rüzgâr hafifçe esiyor, perdeleri kıpırdatıyordu. Yolumun üzerine zaman zaman bir fırtınanın attığı çatıdan kopmuş kiremitler çıkıyordu, onlara basıp düşmemeye çalışarak yoluma devam ediyordum. Tek hatırladığım bulunduğum sokağın ortasında kocaman bir çınar, bütün bu sessizliğin gözcüsüydü. Köklerinde yüzyılların hafızası, dallarında rüzgârın dili vardı.
Evlerin gölgeleri ve mum ışıkları arasında bir kapı aralandı. Yorgunluğumdan içeri davet edilmiş gibi adımımı attım. Loş bir odaydı. Dantelli örtüler, ağır bir toz kokusu, titrek yanıp sönen bir ışık… Masanın başında oturan bir adam vardı. Tek hatırladığım gözlerinin mavi olmasıydı. O mavilikte göğün sabah serinliği, çocukluğumun gökyüzüne bakışları, Kuğulu Park’ın sularında parıldayan ışık vardı.
Bana baktı, gömleği ve yeleği gözüme çarptı loşluğun içinde, uzun zamandır beni tanıyormuşçasına gülümsedi.
“Çok yürüdün ve yoruldun.” dedi. “Ayakların seni buralara kadar getirmiş. Şimdi biraz otur, biraz dinlenmenin zamanın geldi.”
Oturduğumda önüme buğulu bir bardak koydu. Buharı yüzüme vurduğunda hafifçe ürperdim.
“İç.” dedi. “Çünkü uykunda içtiğin, göreceğin rüyayı belirler.”
Bardağı dudaklarıma götürdüm. Tadını hatırlamıyorum, hafif bir gül tadı, biraz ılık. Ama buharı, gözlerimin önüne sis gibi yayıldı. Odanın içindeki kanepede rüyamın derinliğine doğru yuvarlandım.
Rüyamda adamla uzun uzun konuştuk. Ben ona Ankara’nın sessizliklerini sordum: Meclis’in ağır kapılarında, mahkeme salonlarının önünde, Kızılay Meydanı’nda…
“Barış nerede?” dedim.
Bir süre sustu. Sonra, “Bak, o barış, Meclis’in koridorlarında değil, mahkemelerde de değil.” dedi. “Çocukların masum oyununda, bir annenin sessiz beklentisiz sarılışında ve bir dostun kucaklayışında. Orada saklı.”
Ama nasıl diye sordum. Oturdum, çatışmaları ve savaşları anlattım. Tanık olduğum çığlıkları, bombaları, acımasızca öldürülen insanları, yıkıntıların arasında kalan insan parçalarını, bir çocuğun kaybolmuş ayakkabısını.
O mavi gözleriyle bana baktı, düşündü biraz. “Savaş, insanın içinde başlar.” dedi. “Kendi içindeki öfkeyi yenmeden dışarıda barışı kuramazsın. Şehirler ve insanlar bunu unutur. O yüzden aynı yaralar hep yeniden kanar.” Biraz daha düşündü, düşman aslında nefretin değil, korkunun kendisidir, dedi ve insan çoğu zaman yanılır; nefret sandığı şeyin kalbine işleyen korkunun ta kendisi olduğunu.
Sözleri ağır ağır üzerime çökerken odanın sisinde kayboluyordum. Gözlerim ağırlaştı, başım yana düştü. Bir düşünce sarkaç gibi sallandı durdu, sahi nasıl unuturdu insan? Nasıl hep korkardı, nasıl hep düşmanını arardı?
Tam o sırada dışarıdan bir uğultu geldi: rüzgâr, çınarın dallarını sallıyordu.
Rüyamın ortasında odadan uzaklaştım, bir anda kendimi yeniden sokakta buldum. Ama bu kez bambaşka bir manzara vardı. Büyük bir gürültünün içinden geçerken sokaklar, caddeler ve insanlar birbirine girmişti. Evlerin pencerelerinden alevler fışkırıyordu. Kaos ordaydı. İnsanlar panik içinde bağırıyor, koşuyordu. Çınarın dallarına da ateş sıçramıştı.
Tam o an düşündüm: “Çınar yeniden yanacak mı?”
Ama hayır. Çınar yanmadı. Yapraklar, rüzgârla birlikte hışırdamaya devam ediyordu. O hışırtıda hem yanışın acısı hem de barışın yeniden filizleneceğine dair inatçı bir umut vardı sanki. Rüya da mıydım hala?
Bir sessizlik sokağa hâkim oldu. Rüyamda yaprakların sessizliği bana susturulmuş insanların sesleri gibi geldi. Sanki hepsi birden aynı korkuyla duruyordu.
Kendimi yeniden odada buldum. Loş bir ışık, toz kokusu, gül çayı. Adam gözlerimin içine baktı. “Büyüdün,” dedi. “Patlamaların ve savaşların, yangınların ne olduğunu gördün. Ama unutma, dönüp dolaşıp yine buradasın. Barışı seçmek senin elinde.”
Ona inandım. Çünkü barış, sadece devletlerin, politikacıların masalarında var olmaz. Barış, insanların kalbinde başlar. Küçük bir karar gibi, gündelik bir davranış gibi. Birinin yüzüne gülümsemek, bir başkasının acısını anlamak, karşısındakini düşman değil insan görmek…
İçimden geçen tek cümle şuydu: Gerçek güç, bedenden değil; boyun eğmeyen bir iradeden doğar.
Rüyamdan uyandım.
Barış böyle büyür, dedim, gün doğuyordu. Ve ben barışın tanığı olmak istiyordum, savaşın değil.
Çınar yerinde duruyordu. Bazen düşünüyorum: belki de çınarın sessiz hışırtısı kulaklarımızı açmak içindir. Barışın dili, gürültüde değil, sessizlikte de duyulur mı= Yangınların, savaşların ortasında bile.
O geceki çınar bana şunu öğretti: Her şey yanabilir, evler, şehirler, hatta koca tarihler. Ama barışın ihtimali yanmaz. Çünkü barış, insanın içinde taşıdığı en derin hatıradır.
Ben de o hatıranın tanığıyım.
Bugün, dünyada savaşlar sürerken, çığlıklar yükselirken, ben bir gece yarısı yürüdüğüm o sokağı hatırlıyorum. Çınarı, camiyi, evleri, insanların gözlerindeki korkuyu… Hepsi bana tek bir şey söylüyordu. Korku savaşı, savaş yok oluşu getirecek.
Ve biliyordum ki barış, bir gün herkesin susuşunun ardından doğacak. O sessizlikten bir gün kocaman bir çınar daha yükselecek, bir daha yanmamak üzere.
İktidarların savaştan beslendiği, toplumların kutuplaşmayla birbirine düşman edildiği bugünlerde barış artık insanın yüreğinde büyütmesi gereken koca bir çınar ağacıdır.
Koca bir çınar yanıyordu ve ben bir yangından kaçıyordum. Kaçışımda sızlayan topuklarımın ardında kalan yollar beni gece yarısında, bilmediğim bir sokağa taşıdı. Ankara’nın serin rüzgârı yüzüme çarpıyor, her adımda taşların iniltilerini duyuyordum. Arnavut kaldırımları sanki benden önce yürümüş bütün insanların hafızasını saklıyordu. Bir an için zamanda yolculuk yapar gibi hissettim; o an, kendimi Eski Ankara […]
Devamını Oku“Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz,ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim.”— Nâzım Hikmet, Vatan Haini (1962) Bir ülkenin hafızasında nasıl yaşanır? Bir insan yalnızca bedeninden mi sürülür, yoksa adı da bir gürültünün içine gömülürken, geride sessizliği mi kalır? Nâzım Hikmet, tam da bu sessizlikle hesaplaşan bir isim. Adı, bazen bir tutanakta, bazen bir suçlama metninde, bazen de bir […]
Devamını OkuKaranfil dergideki ilk yazımda, Ulus’un benim için çok önemli bir yer olduğunu yazmıştım. Öyle ki iki yazıdır devam eden Ulus sevdasına, üçüncü yazımla devam ediyorum. Bir süredir Ankara’ya gelemiyorum, dolayısıyla Ulus’tan da uzaktayım ama illaki kalbimin bir yerinde fotoğraflarına bakarak avunuyorum. Ulus’la ilgili bu yazımda, elbette sınırlı tutarak gezip gördüğüm ve fotoğrafladığım bazı mekânları anlatmak […]
Devamını Okuİki katlı evleri, caddeler kadar geniş sokaklarıyla Bahçelievler çocukluk rüyamızın ayrılmaz bir parçasıydı. Cumhuriyet Ankara’sının gözde semtlerinden olan mahallede bir zamanlar bakanlar oturuyor, sokaklarında atla gezinti yapan askerlere rastlanıyordu. Bugün belki o eski görkemi yok ama yine de hâlâ Ankara denince ilk akla düşenlerden. Mahalleye henüz Zürih Pastanesi gelmemişti ama Şişman Pastanesi hâlâ yerindeydi. Seda […]
Devamını Oku