Geçmiş kötü zamanların zorluğu bir defa söylenmekle anlaşılmıyor. Üstelik kötülük çok sık anıldıkça olağanlaşıyor, yaşamın bir parçası oluyor. Ben yine de ruhumuzu eskitmemeye çalışarak şu kötülüğü anımsatayım: 1915 yılı ülkemiz için korkunçtu. Yalnızca Çanakkale’de toplumun en eğitimli ve en fedakâr iki yüz elli bin askeri öldü. Birinci Dünya Savaşı’nda ailesinde kayıp olmayan kişi neredeyse yoktu. […]
Geçmiş kötü zamanların zorluğu bir defa söylenmekle anlaşılmıyor. Üstelik kötülük çok sık anıldıkça olağanlaşıyor, yaşamın bir parçası oluyor.
Ben yine de ruhumuzu eskitmemeye çalışarak şu kötülüğü anımsatayım:
1915 yılı ülkemiz için korkunçtu. Yalnızca Çanakkale’de toplumun en eğitimli ve en fedakâr iki yüz elli bin askeri öldü. Birinci Dünya Savaşı’nda ailesinde kayıp olmayan kişi neredeyse yoktu. Üstelik savaşı da kaybettik. İstanbul’umuz işgal edildi. Varlığımız hiçe döndü. Esirken terhis edilen askerlerimiz bile hapisten kurtulamıyordu. Bunu şuradan biliyorum: Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Bombay’da esareti biten dedem oradan gemiyle getirilen askerler arasındaydı, yalnızca Sinop limanında inebildi ve evine dönebildi. Fakat Adanalı, Antalyalı, Kütahyalı ya da Balkanlı olanlar yeniden tutuklandılar çünkü kuvvacılara katılma olasılıkları vardı.
Bu ülke böyle bir tarihin üstüne kurulmuştur.
Şüphesiz ki Osmanlı İmparatorluğu kütükten sel kapar gibi paylaşılan büyük bir mirastı. Beş yüz yıl Doğu Avrupa’da bir kültür yarattıktan sonra 1878 Berlin Anlaşması’yla Avrupa’dan atılışımız resmen onaylandı. Bu tarihten itibaren “göç ettirme” politikasının bir sonucu olarak (Orada ölenlerin ve bir yere ayrılmamayı başaranların dışında) dört buçuk milyon insan Anadolu’ya geldi ve kabul edelim ki Türkiye Cumhuriyeti bu göç eden insanların ve (İstanbul da dahil) okullarını kaybeden askerlerin elinde biçimlendi.
Böylece 1920’lerdeki 13 milyonluk nüfusumuz oluştu.
Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmak, artık gidecek hiçbir yeri kalmayan bir halkın zaferidir. Türkiye Cumhuriyeti, sultanın işgalcilerle bir oluşu yüzünden onu da defterden silenlerin ve yeni bir hayatı arzulayanların ruhsal karşılığıdır. Cumhuriyet, bir kurucunun fantezileriyle değil, büyük bir halkın iradesiyle kurulmuştur.
İşgalciler bu ülkeden utanç verici bir yenilgiyle çekilip gittilerse bu yüzdendir.
1878’den itibaren Doğu Avrupa’dan kovulan bir halkın çocuğu olan Mustafa Kemal, doğduğu şehri ve kültür iklimimizin en önemli alanlarından biri olan Rumeli’nin büyük bir bölümünü kaybeden dört buçuk milyon insandan biridir. Bu durum onu hayalperest bir maceracı gibi Balkanlar için planlar yapmaya itmedi. İçtenlikle yurtta barış, dünyada barış ilkesini savundu.
O yüzden Cumhuriyet, Osmanlı geleneğinden farklı olarak öncelikle kimsenin malında gözümüz olmadığını beyan ederek var oldu. Kurucu ilkelerimizden en belirgin olanı budur. Montreaux, Lausanne ve Mübadele ise çatışmanın olmayacağı bir dünya hedeflenerek tasarlanan bir geleceğin hayata geçirilmesi demekti.
Türkiye Cumhuriyeti yalnız yabancı işgaline karşı değil, aynı zamanda saltanata karşı verilen bir iç savaşın kazanılmasıyla da kurulmuştur.
O yüzden 29 Ekim tarihi yalnızca Cumhuriyet’in ilanı olarak da ele alınamaz. Bu tarih işgalcilerin kesin olarak ülkemizden gitmesi, iç savaşın cumhuriyetçiler lehine sonuçlanması ve dalkavukların yenilgiye uğratılması demektir.
1919’dan itibaren ülkemizin yalnızca açık işgale uğramadığını, aynı zamanda büyük bir iç savaş yaşandığını kesin olarak anlamak zorundayız. Unutmayalım ki Taksim’deki McMahon Kışlası’ndan yola çıkan devriyeler İstanbul’da kol geziyor ve tüm askeri düzen -Osmanlı karakolları da dahil- buna göre hizaya sokuluyordu. İstanbul işgal altındaydı, fakat saltanat atlas döşeğinde uyuyordu. Yakup Kadri bunu Sodom ve Gomore adlı romanında kendini tutamayıp hakaretler yağdırarak yazmıştır.
İstanbul İngiliz, Fransız, İtalyan ve Amerikan güçleri tarafından işgal altındaydı. Hemingway o yılları Silahlara Veda adlı romanında anar. Pera Palas’ta “janjanlı” oryantalist polisiye hikâyeler uydurulurken Pangaltı’da yahut Şehzadebaşı’nda işgalin gerçek polisiye yüzü görülüyor, ölümüne çatışmalar yaşanıyor ve insanlarımız yok ediliyordu. İnsanlarımız ölümüne bir mücadele içindeydi: Karadenizli balıkçıların takalarla nasıl silah kaçırdığını Nâzım Hikmet’ten okuyup da anımsamayan var mıdır?
Ve çok uzak
Çok uzaklardaki İstanbul limanında
gecenin bu geç vakitlerinde
kaçak silah ve asker ceketi yükleyen Laz takaları
hürriyet ve ümit
su ve rüzgardılar.
Onlar suda ve rüzgarda ilk deniz yolculuğundan beri vardılar
Kemal Tahir’in Esir Şehrin İnsanları’na bakmak bu yüzden çok önemli: Çünkü orada her sokakta insanlara kimlik sorulan, kimin nasıl ortadan kaybolduğu belli olmayan bir dönemi görebiliyoruz.
Yalnızca Üsküdar’daki Özbekler Tekkesi aracılığıyla Anadolu’ya ne kadar insan kaçırıldığını Halide Edip bize anlatsın yeter.
İşgalcilerin kibrini yalnızca işbirlikçiler içine sindirebiliyordu şüphesiz. Elbette direniş de gizliden gizliye yürüyordu. Kemal Atatürk büyük söylevine bu direnişi anlatarak başlar. Çünkü İstanbul’da kuvvacı örgütler vardı, Ege’de çeteler eliyle iç savaş yürütülüyordu. Sultanın ve mollaların fetvalarıyla Gebze-Sakarya-Eskişehir hattında kuvvacıların yaşam alanı daraltılmış ve direnişin Ankara’dan Kayseri’ye taşınması bile söz konusu olmuştu. Uçaklarla Türk askerlerine padişahın yanında yer alması için çağrılar yapılıyor, Mustafa Kemal’in başıbozuk, maceracı, asi ve haydut olduğu söyleniyordu.
Saray, Kuvvacıların hareketini, bir zamanlar Celali başıbozuklarını nasıl ezmişse, öyle yok edeceğini sanarak bu iç savaşa istekle katıldı ama kaybetti.
1923 bunun simgesidir.
Yüz iki yıl önce gücünü ailesinden alan bir hanedandan ve halk üzerinde hak iddia edenlerden kurtulmanın devrimidir bu. Efendimiz yalnızca halktır diyenlerin Türkiye’nin önüne açtıkları yeni yol, meclisle kendini ifade etmiştir.
1920’de Meclis’i açan irade, 1923’te bu Meclis’te Cumhuriyet’i ilan edebilmişse, bunda tarihimizi dönüştüren sessiz kahramanların rolü çok büyüktür.
Geçmiş kötü zamanların zorluğu bir defa söylenmekle anlaşılmıyor. Üstelik kötülük çok sık anıldıkça olağanlaşıyor, yaşamın bir parçası oluyor. Ben yine de ruhumuzu eskitmemeye çalışarak şu kötülüğü anımsatayım: 1915 yılı ülkemiz için korkunçtu. Yalnızca Çanakkale’de toplumun en eğitimli ve en fedakâr iki yüz elli bin askeri öldü. Birinci Dünya Savaşı’nda ailesinde kayıp olmayan kişi neredeyse yoktu. […]
Devamını OkuYaban romanını kuruluş edebiyatının başına yerleştirmek gerekir. Orada aydın yalnızlığının yanı sıra, düşman işgalinden doğan tehlikeyi sezemeyen halkın ruhsal durumunu görürüz. Yunan işgalini önemsemeyen eğitimsiz köylüler yazara göre korkunçtur. Roman tekniği yazarın anlattığı konuyla duygudaşlık ettiği bir noktadan ilerlediği için okuru da bir üzüntü kaplar. Yazarın Sodom ve Gomore’yi yazarken yaşadığı öfke büyümüş ve yalnızlığa […]
Devamını OkuKaranfil dergideki ilk yazımda, Ulus’un benim için çok önemli bir yer olduğunu yazmıştım. Öyle ki iki yazıdır devam eden Ulus sevdasına, üçüncü yazımla devam ediyorum. Bir süredir Ankara’ya gelemiyorum, dolayısıyla Ulus’tan da uzaktayım ama illaki kalbimin bir yerinde fotoğraflarına bakarak avunuyorum. Ulus’la ilgili bu yazımda, elbette sınırlı tutarak gezip gördüğüm ve fotoğrafladığım bazı mekânları anlatmak […]
Devamını Okuİki katlı evleri, caddeler kadar geniş sokaklarıyla Bahçelievler çocukluk rüyamızın ayrılmaz bir parçasıydı. Cumhuriyet Ankara’sının gözde semtlerinden olan mahallede bir zamanlar bakanlar oturuyor, sokaklarında atla gezinti yapan askerlere rastlanıyordu. Bugün belki o eski görkemi yok ama yine de hâlâ Ankara denince ilk akla düşenlerden. Mahalleye henüz Zürih Pastanesi gelmemişti ama Şişman Pastanesi hâlâ yerindeydi. Seda […]
Devamını Oku