Yıllarca yürüdüğüm Tahran Caddesi’nin uzunluğuna baktım, 600 metreymiş! Benim için ise bir yazı ile sınırlanmayacak kadar uzun, upuzun! Hemen söylemeliyim, daha sonraki yazılarımda da söz edeceğim bu kısacık caddeden. Çocukluk yıllarımdan başlayarak liseyi bitirene kadar defalarca geçmişimdir bu “ara yoldan”, neyle neyin arası? Başçavuş Sokak’ın sonundaki evimizle Kavaklıdere arasında. Bu arada, benim yürüdüğüm zamanlarda Tahran […]
Yıllarca yürüdüğüm Tahran Caddesi’nin uzunluğuna baktım, 600 metreymiş! Benim için ise bir yazı ile sınırlanmayacak kadar uzun, upuzun! Hemen söylemeliyim, daha sonraki yazılarımda da söz edeceğim bu kısacık caddeden. Çocukluk yıllarımdan başlayarak liseyi bitirene kadar defalarca geçmişimdir bu “ara yoldan”, neyle neyin arası? Başçavuş Sokak’ın sonundaki evimizle Kavaklıdere arasında. Bu arada, benim yürüdüğüm zamanlarda Tahran Caddesi bugünkü gibi aşağıya kadar inmiyor, Reşit Galip, Bülbülderesi ve Esat Caddesi ile buluşmuyordu. Evden Tahran Caddesi’ne gidebilmek için Orduevi ile Benzin İstasyonu arasında yer alan ve ancak yağışlı olmayan zamanlarda kullanılabilen daracık bir patikayı kullanmak gerekiyordu. Eğer sağanak yağmur ya da kar varsa çıkarken (Tahran, biraz yukarda yer alır) kayabilir, düşebilirdiniz. O durumlarda, Orduevi’nin önünden geçmek, oradan Nene Hatun’a çıkmak, ve ancak ondan sonra Tahran Cadde’sine girmek gerekiyordu. Anlayacağınız, Nenehatun ile Rıza Şah Pehlevi Caddesi (artık İran Caddesi) arasında, üzerinde İran Sefareti olmasa (“büyükelçilik” pek kullanılmazdı o yıllarda) olmasa “cadde” bile olamayacak genişçe bir sokaktan öte değildi Tahran Caddesi.
Ama üzerinde iyi hatırladığım iki önemli nirengi noktası vardı; bunlardan ilki, Tahran ile Bülten Sokak’ın kesiştiği köşede bizim (Kavaklıdere İlkokulu) “ezelî” rakibimiz olan Teğmen Kalmaz İlkokulu, diğeriyse İran Sefareti. Adını 1960 Darbesi esnasında kaza kurşunuyla ölen Teğmen Ali İhsan Kalmaz’dan alan ve bildik siyah üniformalar yerine mavi üniforma ile “caka satan” (herhalde iki yakın ilkokulun öğrencileri karışmasın diye böyle bir tercih yapılmıştı) Teğmen Kalmaz öğrencileri bizden hiç hoşlanmaz, üstelik karne zamanında bizi hedef alarak slogan atarlardı: “Teğmen Kalmaz, Sınıfta Kalmaz, Kavaklıdere’ye Yuh!” Tahran’ın ortasına denk gelen bir noktada bizim okulun olduğu Büklüm Sokak bir yokuşla son bulduğundan, Teğmen Kalmaz’ın “haylazları” karne günü yokuştan aşağı koşarak iner, bizim okulun önünden sloganları atarak geçerlerdi. Kavga dövüş hatırlamıyorum ama iki okul arasında bir gerginlik olduğu aşikârdı. Neyse, tekrar çocukluk yıllarıma dönersem, Tahran Caddesi benim için Kavaklıdere’ye gidebilmek için bir kısayol olmaktan çok Çankaya Sineması’na gidebilmenin kısa yoluydu. Tahran biter bitmez hemen caddenin karşısına geçer, Tenis Kulübü ile İlbank Bloklarının arasındaki ara yolu kullanarak bulvara ulaşır, oradan da artık “Cinnah” olarak bilinen ama o zamanlar “Vali Dr. Reşit” olan caddeyi geçip Ayrancı’ya giden geniş sokağa girer ve hemen ilerdeki, Şili Meydanı’ndaki Çankaya Sineması’na ulaşırdım
Çankaya çocukluğumun en şaşalı sinemasıydı. Kavaklıdere Sineması’nı da severdim ama Çankaya bir başkaydı. Güzel filmler getirirdi, koltukları gıcırdamazdı, havalandırılırdı ve ses sistemi iyiydi. Ama benim için en önemlisi, sinemanın hemen ön tarafındaki Kilim Pastanesi idi. Pastalarını hatırlamıyorum ama orada muhteşem bir müzik kutusu vardı. Kasadan aldığınız jetonu deliğinden atıp, harf ve sayıları temel alarak tuşlara basıp bir plak seçtiğiniz, sonrasında dönen bir tamburdan plağı seçen ve iğneyi üzerine koyup gümbür gümbür çalan müzik kutularından bahsediyorum. Hemen öğrenmiştim, “Jukebox” deniyordu bu bol renkli devasa aparatlara, sanırım ilk öğrendiğim İngilizce kelimelerdendir. Harçlığımı biriktirir, her seferinde ismini bilmediğim bir parçayı çalmaya gayret ederdim. Harçlığım elveriyorsa, ikinci olarak bildiğim bir şeyi çalardım. Tam bir çocukluk mucizesi.
İran Sefareti kocaman bir binaydı, vitrininde Pehlevi’nin resimleri, artık muhalif düşüncelerle tanışan benim için ise “tekinsiz” bir diktatörün evi. “İran Devrimi”nden sonra resimler birden değişti ama benim için hep karşı kaldırımından geçilmesi gereken bir bina. Karşısında aşağıya inen sokakta (Güniz) Süleyman Demirel otururdu, orası da o yıllarda benim için pek makbul değildi. Yine de, eğer Kuğulu Park’a ineceksem aradaki, küçücük ve pek sempatik olan Binnaz Sokak’ı kullanmayı çok severdim. Tekinsiz çağrışımlara asla bulaşmayan tatlı ve minyatür bir sokak.
Bu yazıları yazarken eski haritalara bakıyor ve çocukken, gençken nerelere dikkat etmediğimi de anlamaya başlıyorum. Nene Hatun’dan Tahran’a girildiğinde, onu kesen Kennedy Caddesi’nin tam köşesinde Sağlık Bakanlığı’nın bir binası vardı, neden ismine bakıp anlamadığımı şimdi daha iyi anlıyorum: BCG Merkezi. Meğer orası, artık sönümlenmekte olan verem ile mücadele ile alakalıymış. Ayrıca, o zaman farkında değildim, İngiliz Arkeoloji Enstitüsü de aynı caddede yıllarca hizmet vermiş. Ancak, çok önemli bir kütüphanesi olduğunu ancak ODTÜ yıllarında öğrendim. Tahran Caddesi ile hikâyem bitmedi, daha lise yıllarım var, ama başka bir yazıda.
Yıllarca yürüdüğüm Tahran Caddesi’nin uzunluğuna baktım, 600 metreymiş! Benim için ise bir yazı ile sınırlanmayacak kadar uzun, upuzun! Hemen söylemeliyim, daha sonraki yazılarımda da söz edeceğim bu kısacık caddeden. Çocukluk yıllarımdan başlayarak liseyi bitirene kadar defalarca geçmişimdir bu “ara yoldan”, neyle neyin arası? Başçavuş Sokak’ın sonundaki evimizle Kavaklıdere arasında. Bu arada, benim yürüdüğüm zamanlarda Tahran […]
Devamını Oku
Ankara’nın kültür tarihini kazımaya başladığınızda ünlü bir Danimarkalı şairle karşılaşırsınız, şaşırmayın. Danimarka’nın tartışmasız en önemli şairlerinden olan Henrik Nordbrandt (1945-2023), 1970’lerin başında ilk kez Türkiye’ye gelmiş, daha sonra farklı yerlerde bulunmuş ve en sonunda, 1990’ların ortalarında ayrılacağı güne kadar Ankara’da oturmuştur. Yurtdışındaki eğitimimi tamamladıktan sonra Türkiye’ye dönmüş, kısa dönem askerlik yapmış ve 1991’in Şubat’ında üniversitede […]
Devamını Oku
Karanfil dergideki ilk yazımda, Ulus’un benim için çok önemli bir yer olduğunu yazmıştım. Öyle ki iki yazıdır devam eden Ulus sevdasına, üçüncü yazımla devam ediyorum. Bir süredir Ankara’ya gelemiyorum, dolayısıyla Ulus’tan da uzaktayım ama illaki kalbimin bir yerinde fotoğraflarına bakarak avunuyorum. Ulus’la ilgili bu yazımda, elbette sınırlı tutarak gezip gördüğüm ve fotoğrafladığım bazı mekânları anlatmak […]
Devamını Oku
İki katlı evleri, caddeler kadar geniş sokaklarıyla Bahçelievler çocukluk rüyamızın ayrılmaz bir parçasıydı. Cumhuriyet Ankara’sının gözde semtlerinden olan mahallede bir zamanlar bakanlar oturuyor, sokaklarında atla gezinti yapan askerlere rastlanıyordu. Bugün belki o eski görkemi yok ama yine de hâlâ Ankara denince ilk akla düşenlerden. Mahalleye henüz Zürih Pastanesi gelmemişti ama Şişman Pastanesi hâlâ yerindeydi. Seda […]
Devamını Oku