Yıllar önce, 1992 yılında Ankara Arkeoloji Müzesi’ndeki kültür varlıklarını anlatan bir belgesel çekiyorduk. Hattuşaş’ta ve Polatlı’da da çekimler yapmıştık. Dramatik bir belgeseldi, Çetin Öner yönetiyor ve Kral Midas’ı da Semih Sergen canlandırıyordu. Ben iki yönetmen yardımcısından biriydim. Otuz beş milimetre film çalıştığımız için setin kurulması, kameranın hazırlanması uzun zamanlar alıyor, genel olarak bu durumlarda doğrusu […]
Yıllar önce, 1992 yılında Ankara Arkeoloji Müzesi’ndeki kültür varlıklarını anlatan bir belgesel çekiyorduk. Hattuşaş’ta ve Polatlı’da da çekimler yapmıştık. Dramatik bir belgeseldi, Çetin Öner yönetiyor ve Kral Midas’ı da Semih Sergen canlandırıyordu. Ben iki yönetmen yardımcısından biriydim. Otuz beş milimetre film çalıştığımız için setin kurulması, kameranın hazırlanması uzun zamanlar alıyor, genel olarak bu durumlarda doğrusu biraz aylaklık ederek kamera ekibinin “hadi kamera hazır” demesini bekliyorduk.
Bu bekleme anlarından birinde, Çorum’da kırk yıldır kazı yapan Alman Profesör Peter Neve ile laflıyorduk. Peter Neve Hititler üzerinde çok değerli araştırmalara imza atmış bir isimdi ve artık neredeyse Çorumlu olmuştu. Kazıda çalışanların çoğu Boğazköylü, halktan kişilerdi ve hepsi de ufak çapta birer arkeolog olup çıkmıştı. Hatta bunlardan birinin Kral Şuppiluma’nın tören alayını anlatışı ustacaydı, hayran kalınası bir şeydi. Köylüler arkeoloji konusunda çok bilgiliydiler. Hele fırçayı kullanışları, özenleri ve buluntuları çıkarmadaki yavaşlıkları görülesiydi.
Peter Neve’nin Türkçesi Çorumlulara benziyordu. Ellerini beline koyarak konuşuyor, “Memet lan oğlum gel buraya” gibi sözler ederken hiç kimseyle arasına mesafe koymuyordu. Almanya ve Türkiye arasında geçirdiği kırk yılını anlatışı da çok güzeldi, bir arkeoloğun yaşamı arkeolojik buluntunun yanında çok kısa kalıyordu: Peter Neve’nin kırk yılı çok önemli olsa da Boğazköy’deki araştırmalar daha çok uzun yıllar alacaktı.
Arkeolojinin bu yavaş gelişimine karşın bilginin neredeyse çok fazla olduğu ve zamana yayılmış gibi görünmesi aklımı karıştırdı. Hem müze alanında hem de kale çevresindeki bu büyük bilginin acele etmeksizin, sabırla ortaya çıkarılışındaki yavaşlığı düşünmüştüm. Tarih bilgisinin ortaya çıkarken aslında olağanüstü yavaş ve temkinliydi. Pek çok bilgi biçimi birbiriyle karşılaştırılıyor ve süzgeçten geçiriliyordu. Biz aslında bu sonuçları bilmekteydik.
Bu nedenle bilimsel bilginin elde edilişindeki gelişme hızına “yavaşlık” demek belki de doğru ifade değildi, ona “titizlik” denmeliydi.
Fenelon “Ömür çabuk geçer ama saatler uzundur” diye yazıyordu, bu söze nazire olarak “Arkeolojik çalışma çok özeldir ama arkeoloji herkese aittir” gibi süslü laflar ediyor, çekimlerimizin Ankara Anadolu Medeniyetleri ile ilgili ayağını tamamlamaya çalışıyorduk.
Hitit-Asur ve Frigya dönemlerini tamamlamıştık ve sıra Roma İmparatorluğu izlerini çekmeye gelmişti. Bu sırada kamera ekibinin hummalı çalışması yine başladı, objektifler değiştiriliyor, ışıklar kuruluyor, kameranın titreşimsiz ilerlemesine yardım eden ve demiryoluna benzeyen şaryo hazırlanıyordu.
Tunçtan döküldüğünü sandığım Augustus rölyefinin önündeydim, o sırada müzeyi gezen bir İtalyan grup yanımızdan geçiyordu. Böyle bir şey aklımda kalmazdı ama bir genç kadın yaklaştı ve bana ne çektiğimizi sordu. Anadolu’nun mirası üzerinde çalıştığımızı söyledim. Kadının yüzünde ummadığım bir alaycı ifade belirdi ve bizim nasıl oluyor da Roma İmparatorluğu’nun mirasçısı olduğumuzu düşünüyordu.
“Demek Roma İmparatorluğu’nun da mirasçısısınız?”
Bazen olayların gelişimi bazı açıklamaları gereksiz kılar. Gözüme Augustus rölyefi ilişti, ben sarışındım, kadın esmerdi, parmağımı uzatıp imparatorun büstünü gösterdim ve sordum: “Hangimiz daha çok benziyoruz ona?”
Şüphesiz benzerlik tek başına bir şey ifade etmez, tarihsel olarak sözü edilen geçmişi taşıyıp taşımadığımızın büyük önemi vardır. Fakat benim kanaatime göre Türkler Yunan ve Roma’dan kalanların mantıksal devamını sağlamış ve Doğu Roma İmparatorluğu’nu kurumsal ve mantıksal olarak devam ettirmişlerdi. Atalarımız kendine Rumi demişti, bu nedenle onların çocuklarına “Siz o geçmişin mirasçıları mısınız” diye sorulamazdı. En azından kubbeleriyle, romanesk kemerleriyle ve müziğiyle devraldığımız geçmiş Doğu Roma’ya aitti ve klasik olanla da tarihsel bağı vardı.
İtalyan kadın bana dudak bükerek ve belli ki kızarak gitti. Kadının dedikodusunu yaptık ve arkadaşlarla bir olup “İşte böyle keçileri kaçırırsın” gibi laflar ettik.
O anda tarihi olgulardan söz etmenin kişilerin yargısına bağlı olmayan bir nesnelliği olduğunu, duygusal tepki göstermek yerine gerçek neyse onu öğrenmek için çabalamak gerektiğini düşünüyordum. Ben şöyle desem o böyle dese ne değişecekti ki?
Biz çekimlere devam ettik.
Belli bir zaman sonra Ankara keçisinin yünlerinin Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ndeki handa görücüye çıktığını ve buranın bir zamanlar Sof Borsası olduğunu öğrendim.
Ankara’dan keçi çıkaramazdınız, bunun cezası çok ağırdı.
“Keçileri kaçırmak” deyimi buradan kalmıştı. Yani Ankara’dan dışarı keçi çıkarana keçi kaçırmayı gösterirlerdi eskiden. Sof ihraç edilebildiği için Ankaralılar ve Ayaşlılar Venedik’te dükkan açabiliyordu. Ayaşlı Hüseyin Çelebi’nin hikâyesini Cemal Kafadar’ın Kim Varimiş Biz Burada Yoğiken adlı kitabından okuyor ve İtalyan kadın turisti anımsıyordum; tarih aslında düşündüğümüzden daha beklenmedik insan ilişkileriyle doluydu ve kimin nereli olduğunu bilmenin olanağı yoktu.
Anladım ki Venedik’te Ankaralı bir tüccar ölünce ailesi mirası tasfiye etmek için sabırla uğraşmış, kimbilir onun yerine kiminle ticaretini sürdürmüştür? Tıpkı Hattuşaş’ta çalışan sabırlı köylüler gibi adım adım tarihi aydınlatmak için küçük yaşantıların üstünü aralayan tarihçileri bir kez daha düşündüm. Gördüm ki yalnızca arkeolojide değil tarihin bütün alanlarında tek tek olayları araştıran, kişinin tekil alanına girebilen bir tarih anlayışını daha çok sevmekteyim.
Yıllardır söylüyordum, birden anladım: Tarih yalnızca şu zaman falanca yer alındı, şu zaman da filanca yer terk edildi gibi ifadelerden ibaret değil. Sabır bize bu topraklarda yaşayan herkesin bir biçimde birbirinin mirasçısı olduğunu gösterecektir. Elbette biz Antik Yunan’ın ve Roma’nın mirasçısıyız. Şüphesiz onlardan farklıyız ama geçmişle hiçbir ilişki taşımadan bir toplum da olunamaz.
Ankara Medeniyetler Müzesi belgeselini çekeli otuz iki yıl olmuş. Geçen zaman içinde anlıyorum ki ömür de arkeolojiye benziyor: Ömür hızlı geçiyor fakat arkeolojik kazı çok yavaş ilerliyor.
Tabii Augustus’a benzemekle de bir işim yok benim; nice zamandır Avrupa anakarasında olan bitenin tarihimizi etkileyen yanlarını düşünürüm, hepsi bu.
Geçmiş kötü zamanların zorluğu bir defa söylenmekle anlaşılmıyor. Üstelik kötülük çok sık anıldıkça olağanlaşıyor, yaşamın bir parçası oluyor. Ben yine de ruhumuzu eskitmemeye çalışarak şu kötülüğü anımsatayım: 1915 yılı ülkemiz için korkunçtu. Yalnızca Çanakkale’de toplumun en eğitimli ve en fedakâr iki yüz elli bin askeri öldü. Birinci Dünya Savaşı’nda ailesinde kayıp olmayan kişi neredeyse yoktu. […]
Devamını OkuYaban romanını kuruluş edebiyatının başına yerleştirmek gerekir. Orada aydın yalnızlığının yanı sıra, düşman işgalinden doğan tehlikeyi sezemeyen halkın ruhsal durumunu görürüz. Yunan işgalini önemsemeyen eğitimsiz köylüler yazara göre korkunçtur. Roman tekniği yazarın anlattığı konuyla duygudaşlık ettiği bir noktadan ilerlediği için okuru da bir üzüntü kaplar. Yazarın Sodom ve Gomore’yi yazarken yaşadığı öfke büyümüş ve yalnızlığa […]
Devamını OkuKaranfil dergideki ilk yazımda, Ulus’un benim için çok önemli bir yer olduğunu yazmıştım. Öyle ki iki yazıdır devam eden Ulus sevdasına, üçüncü yazımla devam ediyorum. Bir süredir Ankara’ya gelemiyorum, dolayısıyla Ulus’tan da uzaktayım ama illaki kalbimin bir yerinde fotoğraflarına bakarak avunuyorum. Ulus’la ilgili bu yazımda, elbette sınırlı tutarak gezip gördüğüm ve fotoğrafladığım bazı mekânları anlatmak […]
Devamını Okuİki katlı evleri, caddeler kadar geniş sokaklarıyla Bahçelievler çocukluk rüyamızın ayrılmaz bir parçasıydı. Cumhuriyet Ankara’sının gözde semtlerinden olan mahallede bir zamanlar bakanlar oturuyor, sokaklarında atla gezinti yapan askerlere rastlanıyordu. Bugün belki o eski görkemi yok ama yine de hâlâ Ankara denince ilk akla düşenlerden. Mahalleye henüz Zürih Pastanesi gelmemişti ama Şişman Pastanesi hâlâ yerindeydi. Seda […]
Devamını Oku