Servisten inip Kurtuluş’taki TED Ankara Koleji basamaklarından binamıza her günkü alelade girişimizle başlayan hayat elbet bir gün bitecekti. O yaşamdan ileride kalbimizde neler biriktirmiş olacağımızı hiçbirimiz bilemezdik. İlk gençlik ve deli dolu yaşadığımız lise yılları neden zihinlerde bu kadar derin izler bırakır? Dünya üzerinde bağımsız bir birey olarak dimdik durduğumuzu, kuracağımız geleceğin bize yavaş yavaş […]
Servisten inip Kurtuluş’taki TED Ankara Koleji basamaklarından binamıza her günkü alelade girişimizle başlayan hayat elbet bir gün bitecekti. O yaşamdan ileride kalbimizde neler biriktirmiş olacağımızı hiçbirimiz bilemezdik. İlk gençlik ve deli dolu yaşadığımız lise yılları neden zihinlerde bu kadar derin izler bırakır? Dünya üzerinde bağımsız bir birey olarak dimdik durduğumuzu, kuracağımız geleceğin bize yavaş yavaş dev sorumluluklar yüklemekte olduğunu idrak edişimiz, heyecan verici olduğu kadar korkutucudur da. Bir aşkın kıyısına yüzerek gelmiş gibiyizdir. Bir yaşam aşkının, kendi ayakları üzerinde duran bir yaşantı inşa edecek olmanın heyecanı ve gerginliği vardır lise günlerinde…
Bugün dönüp baktığımda tekin ve sürprizsiz Ankara rüzgârları eşliğinde, okul bize kıyıya doğru yüzmemiz için oldukça dalgasız bir deniz sunuyordu. Attilâ İlhan bir yazısında “Ankara’da ufunet yok.” demişti: Çocukluğumun şehrinde, yıllar sonra oluşacak, çürümenin yarattığı o pis koku yoktu henüz. O yılların pozitivist ruhu sonucu, ölçülü ve karmaşadan uzak tekdüze yaşantımızın üniversite sınavında iyi bir yer kazanmaya odaklı tek bir hedefi olması, lise yıllarının o gençlik heyecanı ve gerginliğiyle hoş bir denge oluşturuyordu.
Yıllarca kendime soracağım o en büyük soruyu, ilk olarak lise sıralarında söze dökmüş olmalıyım: “Ne yapmalı?” Varım. O halde ne yapmalı? Lise birinci sınıfta okuduğumuz Thornton Wilder’ın Kasabamız adlı eseri tam o sıralarda yardıma yetişti. Son perdede ana karakter Emily’e ölümünden sonra yaşadığı hayatı dışarıdan, kuşbakışı gözlemleme şansı veriliyordu. “İnsanlar hiç yaşamın farkına varıyorlar mı yaşadıkları sırada?” diye sorduğunda, onu gezdiren melek, “Hayır, ermişlerle ozanlar belki – onlar fark eder azıcık.” diye yanıtlıyordu. “Nasıl bir şey ki bu şairlik?” diye ilk o sıralar düşünmüş ve şiirin bizi yaşamın sırrına götürüp götürmediğini kağıda döktüğüm dizelerle aramaya koyulmuştum. Biliyordum artık; hayatın gizemi şiirden geçiyordu. Ölü Ozanlar Derneği’ndeki gibi “Carpe Diem”di çünkü, kaçırmamam gereken sır şiirin ta kendisinde saklıydı.
O sıralarda şiirlerimi gösterdiğim edebiyat öğretmenimin önayak olmasıyla başka öğrencilerle beraber sahne alacak bir şiir dinletisi ekibine dahil oldum. Kısa zaman içinde, bir araya gelen birkaç şiir severden çok daha fazlası olduk kendi ölü ozanlar derneğimizde. Nâzım Hikmet’ten, Attilâ İlhan’dan, Orhan Veli’den şiirler ezberliyor, şiir okuma vurgularımız hakkında birbirimize önerilerde bulunuyorduk. Gel gör ki lise son senemizi en iyi anlatan ruh hali, “Sevgili gençler, üniversite sınavı nedeniyle yaşantınıza bir yıl ara verildi” diye okul hoparlöründen anons yapılan bir karikatür gibiydi. Okulda bize gönül işlerinin üniversite sınavı sonrasına bırakılması öyle güzel işlenmişti ki, ben de birini beğenir gibi olunca onu derhal aklımdan uzaklaştırmaya, beni gelecekte bekleyen büyük hedeflere odaklanmaya çalışıyordum.
İşte bu karmaşada “ölü ozanlar derneği” karşıma nazik, iyi huylu, pırıl pırıl bir kız olan Ayşegül’ü çıkardı. Merhameti her daim gözlerinden okunan, zarif bir görev bilinciyle şiirleri üzerinde çalışan Ayşegül, bana da ezberlerimde yardım ederdi. Lise yıllarımın heyecanı ve gerginliği içerisinde kıyısına sığınılacak bir liman, yaşamın o en büyük sorusuna verilecek bir cevap oldu kısa sürede. Oysa onun bu kendi halindeliği, benim heyheylerimi hak etmiyor, buna rağmen hoşgörü ve şefkati gönül işleri konusundaki gelgitlerimin üzerini örtüyordu.
ıslığımı denesen hemen düşürürsün
gözlerim hızlandırır tenhalığını
yanlış şehirlere götürür trenlerim
ya ölmek ustalığını kazanırsın
ya korku biriktirmek yetisini
acılarım iyice bol gelir sana
sevincim bir türlü tutmaz sevincini
Şiir dinletimizin bir bölümünde Attilâ İlhan şiirleri okunmasına karar verilmişti. Ayşegül, bana düşen Aysel Git Başımdan şiirini ezberlememde ve vurguları seçmemde yardımcı oluyor, çalışmalarımızı ikimiz artık gruptan koparak yapıyorduk. Sevilerek, ölesiye sevilerek, duvarları sevgiyle örülü müthiş güvenli bir alana adım adım büyük bir gönüllülükle hapsoluyordum. Bu konforlu hapishanede benim için endişelenmesinin, onun merhametiyle sarıp sarmalanmanın keyfini ve ağırlığını tadıyordum. Bu ağırlık, değeriyle beni derinden etkiliyor olsa da odaklanmamın ve üniversite hedeflerimin elimden kayıp gittiğini de hissediyordum. O liseli toy özgürlüğümü, başına buyrukluğumu kıran bu duyguyu kabullenip kabullenememek arasında sürekli gidip geliyordum.
benim yağmurumda gezinemezsin üşürsün
dağıtır gecelerim sarışınlığını
uykularımı uyusan nasıl korkarsın
hiçbir dakikamı yaşayamazsın
aysel git başımdan ben sana göre değilim
benim için kirletme aydınlığını
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
Derken şiir dinletisi günü geldi çattı. Gözlerimizin birbirine olan parlaklığını belki de hissetmiş olan edebiyat öğretmenimiz şiirleri oturarak değil, yer yer canlandırarak okumamızı talep etti. Bu durum hepimizi bir miktar çıplak hissettirdi, en çok da beni. Salonun ışıkları söndü, spotlar aydınlandı ve alkışlarla çıktık tiyatro sahnesine.
sonbahar uğultusu duymamışsın ki
içinden bir gemi kalkıp gitmemiş
uzak yalnızlık limanlarına
aykırı bir yolcuyum dünya geniş
büyük bir kulak çınlıyor içimdeki
çetrefil yolculuğum kesinleşmiş
sakın başka bir şey getirme aklına
Attilâ İlhan bölümünde sıra bana geldiğinde ayağa kalktım, Ayşegül’ü elinden tutup sahnenin ön tarafına getirdim. Gözlerim ona kenetlenmiş, mısraları salona değil, ona okuyordum artık. Dudaklarımdan dökülen dizeler, sanki zamanı durdurmuş, ikimizin o güne kadar sadece gözleriyle paylaştığı duyguları sahneden tüm dünyaya haykırmama imkân sağlamıştı. O da ben de biliyorduk delikanlı karanlığımı, uzak yalnızlık limanlarına varacak çetrefil yolculuğumu… Bir kere de kendi kulaklarıyla sahnede duysun istedim, benim için aydınlığını kirletmemesini, bu aykırı yolcuyla yanlış şehirlere gitmemesini. Okumamın sonunda bizi aydınlatan ışıklar altında birbirimize sarılmış, salondan yükselen alkışları görüyor, fakat duymuyorduk ve ben, içimden hıçkıra hıçkıra ağlıyordum.
aysel git başımdan ben sana göre değilim
ölümüm birden olacak seziyorum
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
aysel git başımdan seni seviyorum
Servisten inip Kurtuluş’taki TED Ankara Koleji basamaklarından binamıza her günkü alelade girişimizle başlayan hayat elbet bir gün bitecekti. O yaşamdan ileride kalbimizde neler biriktirmiş olacağımızı hiçbirimiz bilemezdik. İlk gençlik ve deli dolu yaşadığımız lise yılları neden zihinlerde bu kadar derin izler bırakır? Dünya üzerinde bağımsız bir birey olarak dimdik durduğumuzu, kuracağımız geleceğin bize yavaş yavaş […]
Devamını OkuHer yer bembeyaz kar, oysa bu uğur-suz bir Pazar. Ben bunu henüz bilmiyorum, o günün beni nasıl dönüştüreceğini de. Topu topu on altı yaşında, üniversite sınavına hazırlanan lise son sınıfta, bıyıkları yeni terleyen bir delikanlıyım çünkü; dünyam, masabaşı lambası altında matematik, kimya, fizik soruları çözmekten ibaret. Çalışma odamın duvarında bantla iliştirilmiş büyük beyaz bir sayfada […]
Devamını OkuGeçenlerde, halkın arasına karışmak için toplu taşımaya bindim (Bir de benzin parası kalmamışt). “Marmaray” diyorlar galiba, İstanbul’daki şu halk treni… Elimde de yazma teknikleri konulu bir kitap. İnsanlara örnek olayım diye oturup okurum veya en azından açıp elimde tutarım diye düşünüyordum. Ama çok kalabalıktı, ayakta kalmış bir edebiyatçının örnek olma sorumluluğu kalmıyordur herhalde. Bir yerlere […]
Devamını OkuAnkara Kalesi, pek çok Anadolu şehri kalesi gibi bulunduğu yerin, meşhur Ankara Ovası’nın ortasında bir yüksek noktada yer alır, ovaya bakarak konumunu pekiştirir. Çevrede Hüseyin Gazi ve Elmadağ yükseltileri vardır, ama onların pekiştirilecek ovaları yoktur. Frig’den mi, Hitit’ten mi kalmıştır, her kafadan bir ses, her kitaptan bir söz çıkar. Oysa hayatımızın kalesi orada durur işte: […]
Devamını Oku