Koyu Mavi Memleket Kumaşı isimli son kitabıyla Cumhuriyet’in gizli kahramanlarının öykülerini kaleme alan Sunay Akın, “Memleketin kumaşı hâlâ asil, hâlâ güzel, tüm renkleriyle. Fakat emperyalist senaryolar bu kumaşı kirletiyor. Onu kirlerden arındıracak olan da yine halktır.” dedi Cumhuriyet’in görülmeyen hikâyelerini, bilginin kıyısında kalmış kahramanlarını yeniden gün yüzüne çıkaran bir anlatıcı o. Şair duyarlılığıyla tarihsel ayrıntılara […]
Koyu Mavi Memleket Kumaşı isimli son kitabıyla Cumhuriyet’in gizli kahramanlarının öykülerini kaleme alan Sunay Akın, “Memleketin kumaşı hâlâ asil, hâlâ güzel, tüm renkleriyle. Fakat emperyalist senaryolar bu kumaşı kirletiyor. Onu kirlerden arındıracak olan da yine halktır.” dedi
Cumhuriyet’in görülmeyen hikâyelerini, bilginin kıyısında kalmış kahramanlarını yeniden gün yüzüne çıkaran bir anlatıcı o. Şair duyarlılığıyla tarihsel ayrıntılara dokunuyor, kelimeleriyle kolektif hafızamızda yeni yollar açıyor. Sunay Akın, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan son kitabı Koyu Mavi Memleket Kumaşı ile bu kez Cumhuriyet’in kültürle örülmüş sessiz kahramanlarına selam duruyor.
Kitapta, Çanakkale Savaşı’nı cephede resmeden ressamların öykülerinden Latmos Dağı’ndaki mağara çizimlerine, Gülcemal gemisinin burnuna çizilen köpüklerden Yaşar Kemal ile Arif Dino’nun Paris Garı’ndaki bekleyişine kadar çok sayıda dikkat çekici anlatı yer alıyor. Akın’la kitabının satır aralarını, Cumhuriyet’in kültürel tarihini, kadınların siyasetteki yerini, Ankara’nın geçmiş ve gelecek belleğini konuştuk.
n Koyu Mavi Memleket Kumaşı, Cumhuriyet’in görülmeyen kahramanlarını anlatıyor. Sizi bu görülmeyen tarih sayfalarına yönelten asıl kıvılcım neydi?
Yıllar öncesinde Paris’te bir sanat etkinliğine katılmıştım. Yaklaşık bir saat boyunca sunum yapmıştım. Yaptığım bu sunum 2-3 dile çevrilmişti. Sonrasında Afrika kıtasından gelen bir sanatçı yanıma yaklaşarak bana “Benim geldiğim ülkede bir söz var. Siz sahnede onu gerçekleştirdiniz.” dedi. “Nedir?” diye sorduğumda, “Aslanlar kendi yazarlarına kavuşuncaya kadar av hikâyeleri hep avcıları övecektir.” Bu söz beni çok etkilemişti. Ünlü Alman şair Brecht, “Okumuş Bir İşçi Soruyor” adlı şiirinde de aynı duyarlılığı gösterir: “Ne oldular dersin duvarcılar Çin Seddi bitince?”
Ben tarihi tarih yapanın insan olduğu inancındayım. Bizde hep geçmişten gelen bilgi, saray ve iktidar merkezli ele alınır. Oysa geçmişten gelen bilginin merkezine insanı koymalıyız. Bilgiyi geliştiren, ileriye taşıyan, insan haklarını savunan olgunlaştıran, barışçıl değerlere sahip insandır. Ve ben de bunu yapıyorum aslında. Bütün kitaplarımda bu var. Çocukluğumda elime 100 ünlü Türk adlı bir kitap geçmişti. Ben o kitabın sayfalarında hep babamı aramıştım. Benim babam terziydi. Bir terzi de kahraman olamaz mı? Eğer tarihteki ünlü insanların kitabı basılacaksa çocuklar için son sayfa boş bırakılmalı ve denilmelidir ki buraya annenin, babanın ya da ailenden birinin fotoğrafını koy ve onun neden kahraman olduğunu sen anlat. Son kitabımda yine insanı bilginin merkezine koyuyorum ben. Aslolan aydınlanmanın tarihidir zaten. Tarihin görülmeyen sayfalarını görünür kılmayı amaçlıyorum. Ben bu yüzden hep müzelerde, antikacılarda sahaflarda geziyorum. O sayfaları arıyorum ben.
n Kitabınızda Cumhuriyet’in kültür inşasını anlatırken Hatı Çırpan’ı ön plana çıkarıyorsunuz. Sizce Hatı Çırpan’ın bugün hâlâ anlatılması gereken bir hikâye olması neyin göstergesi?
Demokrasimizin ne yazık ki istenilen seviyeye gelemeyişinin ve politikada kadınlarımızın hâk ettiği yerde olmayışının bir göstergesi. Bizim bunları hâlâ anlatma gereksinimi duymamız acı ama gerçek. Kadın hakları denildiğinde Cumhuriyet’ten önceki bir kadın kahramanı da anımsamamız gerekiyor. Osmanlı denildiğinde akla hep padişahlar gelir. Ama hiç kimsenin aklına Adile Sultan gelmez. Adile Sultan, İkinci Mahmut’un büyük kızıdır. Padişah Abdülmecid ve Abdülaziz’in ablasıdır. Adile Sultan şairdir. Kız çocukları 13 yaşlarında evlendirilirken o 20’li yaşlarının başlarında kendi görüp beğendiği tophane müşiriyle evlenmiştir. Kadınları haremden dışarı çıkarıp gezi alanlarına götüren Adile Sultan’dır. Öldüğünde bütün mal varlığını halka bırakmıştır. İstanbul’daki Validebağ Korusu, Boğaz’daki Kandilli Kız Lisesi ve Fındıklı’daki Mimar Sinan Güzel Sanatlar Akademisi’nin bulunduğu bina, Adile Sultan’ın halka bıraktığı mülklerdir. Geçmişten gelen bilginin merkezine sarayı saltanatı koyarsak geleceğe yeni saraylar saltanatlar taşırız ama Hatı Çırpan, Adile Sultan gibi kadınları merkeze koyarsak geleceğe özgür kadını, hayatta hak ettiği yere getirilen kadını taşırız. Çünkü bilgi üretilen ve yönetilen bir güçtür. Bu ülkeyi artık kadınlar yönetsin. Kadınların yönettiği bir Türkiye’ye ihtiyacımız var.
n Sizce geleceğin Hatı Çırpan’ları, Adile Suultanları nerede, kimlerin arasında büyüyor?
Anadolu’nun her yerinde. Önemli olan kültürdür. Biz Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini kültür yapabilirsek eğer bu Hatı Çırpan’ları görebiliriz. Bugün Anadolu çok büyük bir doğa katliamıyla karşı karşıya. Zeytinlik alanları yok ediliyor, ormanlar katlediliyor, madencilik adı altında ciddi bir sömürü politikalarıyla karşı karşıyayız. Peki bu yaşadığımız çevre sorunlarıyla bu sorunun ne ilgisi var? Çok ilgisi var. Eğer Cumhuriyet’in temelini kültür yaparsak bu sorunun yanıtını buluruz. Sorunun yanıtı Kübey Hatun’dur. Türk mitolojisinde Kübey Hatun doğayı, hamile kadınları, çocukları koruyan bir tanrıçadır. Kübey Hatun’un ayakları ağaç kökü kollarıysa ağaç dalıdır. Kübey Hatun bir ağaç kadındır. Avatar filminin son sahnesini hatırlayın. Orada hayatın merkezinde duran ağacı. O filmi izleyen kaç kişi kendi kültüründe bu hikâyenin var olduğunu görebildi? Ne yazık ki çok azımız. Kübey Hatun’dur hayatı koruyan. O ağaç kadın. Kültürü temel yaparsak günümüz Hatı kadınlarının Kübey Hatun’un köklerinde var olduğunu görürüz. Yeter ki biz Cumhuriyet’imizin temelini kültür yapabilelim.
n Anlatılarınızda sıklıkla şiirsel bir ritim var. Bunu bir edebî tercih olarak mı kullanıyorsunuz, yoksa Türkiye’nin hikâyesini başka türlü anlatmak mümkün değil mi sizce?
Ben edebiyata şiirle başladım ve şiirle devam ediyorum. Benim düz yazılarım da, deneme kitaplarım da şiir diliyle yazılan yazılardır. Bunu fark etmeniz çok hoşuma gitti. Beni yıllardır takip eden okurlarım hep şunu söyler: Siz ancak bir şairin ele alacağı konuları düz yazıda bile sunuyorsunuz. Evet çünkü şiir nasıl ki ayrıntıda gizliyse benim düz yazılarımdaki bilgiler de o denli derinden çıkıyor. Ayrıntıyı bulmak uzun bir yolculuktur. Şair kimliğim de okurlarım tarafından algılanıyor. Çünkü Anadolu’da çok güçlü bir şiir geleneği olduğunu görürüz. Destan geleneğini unutmayalım. Destancılar bir öyküyü bir hikâyeyi şiir diliyle anlatırlar. Keza tiyatro sanatında da öyledir. Çünkü şiir; dilin en estetik halidir.
n Çanakkale’de resim yapan askerlerin hikâyesi, savaş ve sanatın iç içe geçtiği bir paradoks sunuyor. Bu paradoks, insan ruhunun yıkım karşısındaki yaratıcı direncini mi temsil ediyor?
Tamamıyla. Nuh’un Gemisi sadece tarih diye anlatılan bir öykü değildir. Günümüzde de birileri hep Nuh’un Gemisi yapmaya çalışıyor. Bütün zorluklara, olumsuzluklara, kötülüklere rağmen hayatı geleceğe taşımak, daha güzel günlerde hayatı yeniden var etmek için çalışan birileri var. Savaşın içinde de bu yüzden ressamlar resimler yapmış, şairler şiirler yazmış. Hatta tiyatrocular oyunlar oynamıştır. Bütün bunlar Nuh’un Gemisi’ndeki o duyarlılıktır. İnsanlığı daha umut dolu bir geleceğe, daha güzel yarınlara taşıma isteğidir. Ben son kitabımda Çanakkale Savaşı’nın bilinmeyen bu yönünü yazdım. Çanakkale Savaşı’nda siperlerde ressamlar var. Ama biz onları hiç görmedik. Fakat onlar bir elinde fırça bir elinde silah hem ülkelerini sömürgeciliğe emperyalizme karşı savunmuşlar aynı zamanda resimler yapmışlar. Bu beni çok duygulandırdı. Onların peşine düştüm. Tabii bu bilgilere ulaşmak kolay olmuyor. Çünkü bizde hep kahramanlık öyküleri olarak hamasete dayalı bir üslup kullanılıyor. Bunu da anlarım ama daha lirik, daha insanın içine dokunan, daha bu memleketin kumaşındaki o asaleti, kaliteyi anlatan öykülere de ihtiyacımız var.
Çanakale’ye giden bir şair, askerleri görüyor ve soruyor onlara: “Nereye gidiyorsunuz?” O cepheye doğru ülkesini savunmak için hayatını vermeye doğru giden askerlerden biri dönüyor ve şu yanıtı veriyor:” Bal yapmaya gidiyoruz.” O Çanakkale’de savaşan binlerce insanın niteliğini, asaletini gösteriyor bu söz. Kimdi bunu söyleyen bilemiyoruz. Büyük olasılık belki de canını vermiştir Çanakkale’de. Ama o bir şair. Ne kadar güzel bir yanıt. Sanki askerlerin hepsi bir arı kovanı gibi. Bu ülkeyi savunacağız ve güzel günler bırakacağız yarınlara…
n Kitabınızdaki öyküler umut verici. Peki siz, bu hikâyelerin bugünün Türkiye’sinde bir “kültürel direniş” hareketine ilham olabileceğine inanıyor musunuz?
Oluyor da, bunu görüyorum. Kitaplarımın sayısı 40’a yaklaştı. Ama benim yazdığım her kitap zaten Türkiye’deki demokrasi, adalet ve insan hakları mücadelesine birer katkıdır. Bütün kitaplarım karanlığa karşı hep aydınlanmayı savunur. Eğer bugün hâlâ direniyorsak ki güçlüyüz. Hâlâ umudumuz varsa bunda benim emeğimin, çabamın, sahne oyunlarımın, kurduğum müzelerin bir katkısı olduğuna inanıyorum. Ne yapıp yapmadığıma, neyi başarıp başarmadığıma zaman karar verecek.
Koyu Mavi Memleket Kumaşı’nda, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki sanat ve kültür politikalarının izini sürüyorsunuz. O yılların Ankara’sı, yalnızca bir başkent değil; aynı zamanda bir kültür ve devrim merkeziydi. Bugünün Ankara’sına baktığınızda, sizce hâlâ o ‘koyu mavi ruhu’ taşıyor mu?
Sadece Ankara’da değil Türkiye’nin her yerinde yaşadığını söyleyebiliriz. Çünkü memleketin kumaşı hep aynı. O kumaş hep dokunuyor. Mesele üstündeki kirlerden onu kurtarmak. Kumaş hâlâ asil, hâlâ güzel, tüm renkleriyle… Fakat emperyalist senaryolar bu kumaşı kirletiyor. Buradaki en büyük güç halktır. Onu kirlerden arındıracak olan da yine o asil halktır.
n Ankara’nın hafızasında Cumhuriyet kültürünün izleri ne kadar görünür durumda?
Üzülerek söylüyorum benim en büyük hayallerimden biri Ankara’da bir Cumhuriyet müzesi kurmak. Niye üzülerek söylüyorum çünkü hâlâ kuramadık. Başkentimiz Ankara’ya yakışır nitelikte bir aydınlanma tarihine yönelik bir müze kuramadık. Güzel müzeler var Ankara’da ama Cumhuriyet’i anlatan bir müze mutlaka kurulmalı. Dilerim bunu başarırız. Mutlaka başarmalıyız. Ben Ankara’nın 60’lı 70’li yıllarını biliyorum. Hâlâ aralarda o mimari yapıları görsek de biz ne yazık ki kentleşmeyi beceremedik. Türkiye’nin birçok kenti için geçerli bu durum. Büyük bir hafızayı belleği yok ediyoruz. Ankara da yıllarca rantçı ve çıkarcı kent politikalarından payına düşeni ne yazık ki fazlasıyla aldı. Ama gerçekten aklın egemen olduğu bir kent anlayışında Ankara hak ettiği kültür mekânlarına ve değerlerine hızla kavuşacaktır. Aklın egemen olduğu bir kent anlayışında Ankara hak ettiği kültür değerlerine, mekânlarına kavuşacaktır. Şu anda yerel yönetim anlamında başarılı işler yapılıyor Ankara’da fakat ben daha büyük fotoğrafı görmek istiyorum. Kültür Bakanlığı’nın devreye girip Cumhuriyet’in değerlerini ortaya çıkaracak bir “Başkent Planı” hazırlamasını hayal ediyorum. O gün gelecek ona da inanıyorum.
Usta sanatçı Zülfü Livaneli, Hacı Bektaş Veli Anma Kültür ve Sanat Etkinlikleri’nde ‘Dostluk ve Barış Ödülü’ne layık görülerek, hoşgörü ve insan sevgisi mirasıyla kurduğu köprüyü bir kez daha gösterdi. Karanfil’e konuşan Livaneli, “İnsanı insan yapan en önemli duygu empatidir. Empati sanat yoluyla diğer insanlara ve canlılara çok daha kolay aktarılabilir. Zaten onun için sanat vazgeçilmez […]
Devamını OkuKoyu Mavi Memleket Kumaşı isimli son kitabıyla Cumhuriyet’in gizli kahramanlarının öykülerini kaleme alan Sunay Akın, “Memleketin kumaşı hâlâ asil, hâlâ güzel, tüm renkleriyle. Fakat emperyalist senaryolar bu kumaşı kirletiyor. Onu kirlerden arındıracak olan da yine halktır.” dedi Cumhuriyet’in görülmeyen hikâyelerini, bilginin kıyısında kalmış kahramanlarını yeniden gün yüzüne çıkaran bir anlatıcı o. Şair duyarlılığıyla tarihsel ayrıntılara […]
Devamını OkuBir zamanlar tüyleri bembeyaz, gözleri parlak, yere hiç konmadan uçan bir güvercin varmış. Onun uçtuğu yerde ne kavga ne gürültü ne küslük ne anlaşmazlık yaşanırmış. İnsanlar güvercini gördüğünde kucaklaşır, türküler söyleyerek gökyüzünde süzülen güvercini selamlarmış. Güvercin, kâh sarp kayalıklardan kâh ağaçlardan bakar, gözünü insanların üstünden hiç ayırmazmış. Rivayet o ki; güvercinin neşesi ve gücü merhametten […]
Devamını OkuUsta sanatçı Zülfü Livaneli, Hacı Bektaş Veli Anma Kültür ve Sanat Etkinlikleri’nde ‘Dostluk ve Barış Ödülü’ne layık görülerek, hoşgörü ve insan sevgisi mirasıyla kurduğu köprüyü bir kez daha gösterdi. Karanfil’e konuşan Livaneli, “İnsanı insan yapan en önemli duygu empatidir. Empati sanat yoluyla diğer insanlara ve canlılara çok daha kolay aktarılabilir. Zaten onun için sanat vazgeçilmez […]
Devamını Oku