Ankara, sadece bir şehir değil; yüreklerde kabuk bağlayan yaraların, direnişin sessiz çığlıklarının ve bir neslin mürekkeple yazılmış destanının adı. Başak Angigün, “Annem Ankara” dizisiyle perdeyi aralıyor; kendi çocukluğunun sokaklarında gezinirken, aslında hepimizin hikâyesini anlatıyor. “Bazı yaralar ağaç aşısı gibidir.” diyor Okan Yalabık’ın sesinden yankılanan cümlelerinde… Tıpkı o ağaç gibi, yaralarından yeni meyveler veren bir kadının, […]
Ankara, sadece bir şehir değil; yüreklerde kabuk bağlayan yaraların, direnişin sessiz çığlıklarının ve bir neslin mürekkeple yazılmış destanının adı. Başak Angigün, “Annem Ankara” dizisiyle perdeyi aralıyor; kendi çocukluğunun sokaklarında gezinirken, aslında hepimizin hikâyesini anlatıyor. “Bazı yaralar ağaç aşısı gibidir.” diyor Okan Yalabık’ın sesinden yankılanan cümlelerinde… Tıpkı o ağaç gibi, yaralarından yeni meyveler veren bir kadının, bir annenin, bir şehrin ve nihayetinde bir ülkenin hikâyesi bu. Angigün, kelimeleriyle bir zaman makinesi kuruyor: Geçmişe dönüp yaraları sarmak, bugüne ‘biz’ demeyi öğretmek için. Çünkü Ankara, ‘gri’ değil; mücadelenin kızılı, umudun mavisi ve hayatın tüm tonlarında ışıldayan bir ayna gibi. “Annem Ankara”, o aynada kendini bulmak isteyen herkesin hikâyesi… Senarist Başak Angigün ile zamanda bir yolculuğa çıktık.
n Kendi hayat hikâyenizi bu kadar samimi bir şekilde ekrana taşımak cesaret isteyen bir karar. Bu kararı almanızdaki en büyük motivasyon neydi?
Sevgili Okan Yalabık’ın sesine gizlediğim iç döküşlerin birinde, “Bazı yaralar ağaç aşısı gibidir.” demiştim. “İnsan sadece yaralandığı yerden kabuk bağlar.” demiştim. Yaralandığım yerden kabuk bağlamak istedim sadece. Günümüz Türkiye’sinde, annelerin, yolunu kaybetmiş çocukların gönlündeki kesikler bir ağaç aşısına dönsün, farklı meyve versin istedim.
Motivasyonum yalnızlık ve çaresizlikti ama “yalnız değilsin ve her zaman bir çare var” demek istedim yalnız sandığımız koskoca bir kalabalığa. Meğer kalabalıkmışız sahiden.
n “Annem Ankara”nın senaristi olarak kendi hayat hikâyenizi paylaşma kararı aldığınızda, gerçekle kurgu arasındaki ince çizgide, hangi duygusal engelleri aşmak zorunda kaldınız?
Sınırları kaldırabildiğim ölçüde yazabileceğimin farkındaydım. İlk defa klavyenin başına geçmeden, bir psikolog seansına katılır gibi yazdım, içimi döktüm, anlattım. Benimle birlikte birçok insana da iyi geldiğinin farkındayım. Duygusal engellerim olmadı hiç. Bilakis duygularım el verdi, yön verdi bana. “Bak burada saklı kalmış bir oda var, gir içeri” dediler bi süre sonra.
İnsanlar Annem Ankara’yı izlerken ne hissetti, ne düşündü bilmiyorum ama ben hayranı olduğum Geleceğe Dönüş filminin içinde gibiydim bu serüven boyunca. Annemi tanımadığımı, anlayamadığımı fark ettim. Yeniden tanışıp bu defa oğlu değil, arkadaşı olmaya çalıştım. O söyledi, ben dinledim. Ve babam elbette… Yargılamadım, sorgulamadım, sadece dinledim. Çocuk oldum yeniden. Abimin, kardeşimin çocukluğuyla oyunlar oynadım. Özetle, geçmişe açılan bir kapı buldum içimde. Ve ömrümün en büyülü, en özel, en güzel yolculuğunu yaptım.
n Kendi çocukluk anılarınızdan yola çıkarak bu hikâyeyi oluşturdunuz. Peki, hayatınızda dönüm noktası sayılabilecek bir anı paylaşabilir misiniz? Bu an, yazım sürecinizde ne gibi etkiler yarattı?
Annem Ankara’nın ilk okuma provası, yani anne ve babamın hikâyesinin hayata geçtiği o ilk an, büyük bir tesadüf eseri -ki bazı tesadüfler asla tesadüf değildir- babamın ölüm yıldönümüne denk geldi. Ve senaryoya veda ettiğim, Annem Ankara’dan ayrıldığım tarihse bana bu hayatta gerçekten babalık yapan adamın (kayınpederimin) vefatıyla oldu. Bu ve benzeri onlarca tevafuk yaşadım bu işle birlikte. Anlamlandırmaya, anlamaya çalıştım. Ez cümle, hayattan küçücük bir mesaj çıkardım kendi payıma. Onu da Aysel karakterinin 6. bölümdeki bir repliğine sakladım, babamın öleceğini bilmeksizin. “Ne mutlu ki, bin defa gülüp, bir defa öleceğiz bu hayatta.” Yaşamak güzel. Hayat güzel. Yazmak, paylaşmak, dertleşmek güzel. Yazım sürecime en büyük etkisi bu oldu sanırım.
n Bu şehir, hikâyenizde neden bu kadar önemli bir role sahip?
İstanbul’da yaşıyorum mesleki sebeplerden dolayı, bağımlı değilim ama kuvvetli bağlarla aitim Ankara’ya. Ben kimliğimde yazdığı yerin değil, Ankara’nın insanıyım. Angaralıyım. Ve gurur duyuyorum Angaralı olmakla. Bu şehri yaşamayanların, bu şehirde yaşamayanların kodladığı o gri kent değil Ankara, yaşayanlar bilir. Ankara birlikteliktir, direniştir. Ankara, sadece benim değil, bitti dedikleri yerden, olmaz dedikleri yerden, sanki hiç düşmemiş gibi ayağa kalkan bütün anneler, babalar, ailelerdir benim gözümde. Velhasıl, bu ülke için en önemli role sahip, en güzel hikâyedir Ankara.
n 90’lı yılların Ankara’sını izleyicilere aktarırken en çok hangi detaylara dikkat ettiniz? O dönemin ruhunu yakalamak sizin için neden önemliydi?
Telifler. Ah telifler! Doksanlı yıllara ait öyle çok detay, öyle özel, güzel şey var ki, birçoğuna değinmeye çalışsak da, engellere takıldık çoğu zaman. Sinema misal. Bugün olduğundan çok daha kıymetli şeydi filmler. Geleceğe Dönüş’ler, Uçurtmayı Vurmasın’lar, Forest Gump’lar, Bravehearth’lar… Ama şarkıları kullandık en azından. Türk Pop’unun bence altın yıllarıydı doksanlar.
Ve çok kıymetli Sezen Aksu’lar, Barış Manço’lar… Elimden geldiğince o şarkıları, o masumiyeti kerteriz almaya çalıştım hikâyede de. Ve yeni yeni hayatımıza giren televizyon dizileri. Süper Baba’lar, Mahallenin Muhtarları ve elbette Bizimkiler. Doksanlı yılları, o yılların hikâyeciliğiyle, nahif bir dille aktarmaya gayret ettim. Bir ailenin hikâyesini değil, ülkece farklılıklarımızla; yaralarımız, berelerimiz, huysuzluklarımız, gülüşlerimiz veya gözyaşlarımızla ne kadar güzel bir aile olduğumuzu, birlikte ne denli güçlü olduğumuzu hatırlatsın istedim. Bu yüzden doksanlar ve o ruh çok kıymetliydi, çok önemliydi benim için.
n 90’lar Ankara’sındaki sosyal dokuyu, şimdiki dönemdeki değişimlerle karşılaştırdığınızda, neler gözünüze çarpıyor?
Hasbihal… Daha çok konuşuyor, daha çok dinliyor, birbirimizi anlamak için daha büyük gayret sarf ediyorduk sanki. Daha bizdik. Daha iç içe, daha omuz omuzaydık. Şimdilerde daha sen, ben, o, öteki, başkasıyız. 1’inci çoğul şahıs olamıyoruz bir türlü. Biz, bize yabancıyız, aynı denizin yamacında ama birbirimizin karşı kıyısındayız sanki. Uzaktan seyrediyoruz eski hallerimizi, bir türlü yaklaşamıyoruz.
Zamanın elleri kirlenmiş de, başımızı okşarken saçımıza öfke bulaştırmış gibi. Doksanlı yıllara göre daha kirli çocuklarız. Masumiyet öldü ve fail akıllı telefonlar mı, bilemiyorum. Ama aklımızı başımızdan, vicdanı kalbimizden, çocuklarımızı soframızdan, fotoğrafları albümümüzden ve sohbetleri aramızdan alıp götürdüğü kesin. O eski, her şeye rağmen mutlu fotoğraflarımız nerede şimdi, bilmiyorum.
n Dizinin kahramanı, anneniz, üç çocuğuyla hayata tutunmaya çalışan bir kadın. Onun mücadelesi, bence toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dair derin bir yorum sunuyor.
Varlık fabrikasından, erkeğin dirençli sürümü olarak çıkan kadın, toplumsal açıdan bu direnç ve mücadele gücüyle sınanıyor dersek yanılmayız sanırım. 44 yaşındayım ve kendimi bildim bileli hiç değişmedi bu konu. Annemde, ablalarımda, öğretmenlerim ve meslektaşlarımda… ve hâlâ!
Hikâyelerimiz açısından da belirleyici bir etken maalesef. 60 yaşında bir adamla, 25 yaşlarında bir kadını sevgili yapabiliyor, bu aşka inandırabiliyoruz. Çünkü toplumsal açıdan yadırgansa da kabul görüyor bir şekilde. Ama ters okuma yaptığınızda erkek jigolo, kadınsa hafif meşrep oluveriyor. Ayıplanıyorsunuz. Aşkın hikâyesinde dahi cinsiyet ayrımı var sizin anlayacağınız. Hayatımın pelerinsiz kahramanına, anneme dahi “kızcağız, kadıncağız” demişliği var bu hayatın. Eril dilin masum tetikçisi bu “cağız” eki. Oysaki tanıdığım bütün erkeklerden güçlü, mücadeleci, çalışkan ve dirayetliydi hayatımdaki kadınlar. Başta da annem tabii ki. Düştü elbette. Hep birlikte düştük. Ama biz 3 erkek kardeş, kalkalım demeye kalmadan, yanı başımızda bize el uzatan annemizi bulduk. Hepimizin hikâyesi bu değil mi esasen? Ve fakat iş hayatında annenin yeri ne? Bürokraside?.. Yurt dediğimiz şey de yuvası değil midir insanın? Hani dişi kuş yapardı yuvayı, meclisteki kadınların sayısı hangi zaman diliminde erkeklerden daha fazla oldu? Olabilecek mi peki?
n Annem Ankara’da, bir dönemin sosyal ve kültürel yapısının da izlerini görmek mümkün. Dizideki toplumsal eleştirilerin ardında yatan motivasyon nedir?
90’lı yıllara dair toplumsal gözlemimi iletmiştim. İletişim için araç veya aracı kullanmadığımız yıllardı. Evde tek bir telefon vardı ve herkese aitti en azından. Bizimdi. Karşılıklı konuşarak çözebiliyorduk meselelerimizi. Kabuk bağlıyorduk hep birlikte. Şimdilerde bütün halinde kabuğun ta kendisiyiz. Kabukluyuz. Kalın duvarlarımız, korkularımız, kaygılarımız var. Sokakta oynayan çocukları, o korku duvarlarının ardına, sitelerin bahçesine saklar olduk hep birlikte. Daha temiz ama daha narin çocuklar yetiştirir olduk. Zaman zaman hikâyenin çok acıklı olduğu eleştirilerini de duyar olduk sosyal medyada. Evet acı ve acıklı. Çünkü insan bazen, hatta çoğu zaman acılarıyla pişer, olgunlaşır. Tam olarak motivasyonum buydu aslında. Hastalanmak iyidir, ağlamak iyidir bazen demek istedim. Kimisi kendini hastalığa koyuverir, kimisi daha güçlü çıkar.
Acı çekmekten korkma, o duvarların ardında bilinmezlik de olsa, dışarı çık ve hayatı acısıyla, tatlısıyla yaşa, baş et demek istedim. Tıpkı annem gibi. Tıpkı o yıllar bizi sokağa salan, düştüğümüzde dizlerimizi tentürdiyotla silen anneler gibi. Yeter ki bu hayatta üfleyip de nefesiyle iyileştiren birileri olsun yanımızda.
n Dizide önemli oyuncular rol alıyor. Bu isimlerle çalışırken, gerçek hayattaki karakterlerinizi onlara aktarmak için nasıl bir iletişim kurdunuz?
Hikâyemizin geçtiği doksanlı yıllar gibi, o döneme özgü bir iletişim kurduk. Konuştuk sadece. Yolu ben göstermedim, hatta bilakis yolu sordum bazen. Babamı tanımak istedim, annemi anlamak istedim oyuncularımız vasıtasıyla. Bergüzar Korel çok güçlü bir anne ve Mehmet Günsur da şahane bir baba. Daha önce de söylediğim gibi, geçmişe dönüp baktım ve bu defa zamanın konuşabildiğine şahit oldum. Söylenecek ne varsa oyuncularımız söyledi aslında.
Sadece Bergüzar Korel ve Mehmet Günsur da değil. Her biri, gönül emeği, göz nuru birer karakter yarattılar. Belçim Bilgin, Yıldıray Şahinler, Sevinç Erbulak, Gökçe Eyüboğlu, Dilek Çelebi Tunç, Özgürcan Çevik, Sinem Uslu, Beyza Şekerci, Fatma Toptaş, Özge Hamza, Ezgi Gör, Durukan Çelikkaya, Alara Turan ve çocuk oyuncularımız elbette; Ediz Gülsuyu, Enis Bilir, Defne Tınaz… Gerçek bir aile oldular sanki. Bir noktadan sonra karakterleri benden daha iyi tanır ve anlar hale geldiler. İyi birer oyuncu olmanın ötesinde, hayatın içinde var olmanın, duyarlı olmanın, gözlemci olmanın etkisi sanırım. Ama hikâyenin gerçek olaylardan esinlenerek kurgulanmasının ötesinde, bir de gerçek dostluklar vardı. Bu hikâyeyi bu denli gerçekçi kılan başta yönetmenimiz Faruk Teber ve sonrasında Erhan Ergün, bir diğer yönetmenimiz Can Ulkay, Çiğdem Bozali, Bedrana Meriç, Umut Sarıboğa ve görüntüleri kalem kalem işleyen Engin Öztürk’tü. Gerçek kılansa Gökhan Yıldız, Kanal D ve tüm drama ekibi, Arzu Eğmir ve elbette Necati Akpınar ve BKM Drama’ydı. Aile hikâyesinde, ailenin her bireyini anmamak olmazdı. Teşekkürler. Sonsuz selam ve sevgiler.
Usta sanatçı Zülfü Livaneli, Hacı Bektaş Veli Anma Kültür ve Sanat Etkinlikleri’nde ‘Dostluk ve Barış Ödülü’ne layık görülerek, hoşgörü ve insan sevgisi mirasıyla kurduğu köprüyü bir kez daha gösterdi. Karanfil’e konuşan Livaneli, “İnsanı insan yapan en önemli duygu empatidir. Empati sanat yoluyla diğer insanlara ve canlılara çok daha kolay aktarılabilir. Zaten onun için sanat vazgeçilmez […]
Devamını OkuKoyu Mavi Memleket Kumaşı isimli son kitabıyla Cumhuriyet’in gizli kahramanlarının öykülerini kaleme alan Sunay Akın, “Memleketin kumaşı hâlâ asil, hâlâ güzel, tüm renkleriyle. Fakat emperyalist senaryolar bu kumaşı kirletiyor. Onu kirlerden arındıracak olan da yine halktır.” dedi Cumhuriyet’in görülmeyen hikâyelerini, bilginin kıyısında kalmış kahramanlarını yeniden gün yüzüne çıkaran bir anlatıcı o. Şair duyarlılığıyla tarihsel ayrıntılara […]
Devamını OkuBir zamanlar tüyleri bembeyaz, gözleri parlak, yere hiç konmadan uçan bir güvercin varmış. Onun uçtuğu yerde ne kavga ne gürültü ne küslük ne anlaşmazlık yaşanırmış. İnsanlar güvercini gördüğünde kucaklaşır, türküler söyleyerek gökyüzünde süzülen güvercini selamlarmış. Güvercin, kâh sarp kayalıklardan kâh ağaçlardan bakar, gözünü insanların üstünden hiç ayırmazmış. Rivayet o ki; güvercinin neşesi ve gücü merhametten […]
Devamını OkuUsta sanatçı Zülfü Livaneli, Hacı Bektaş Veli Anma Kültür ve Sanat Etkinlikleri’nde ‘Dostluk ve Barış Ödülü’ne layık görülerek, hoşgörü ve insan sevgisi mirasıyla kurduğu köprüyü bir kez daha gösterdi. Karanfil’e konuşan Livaneli, “İnsanı insan yapan en önemli duygu empatidir. Empati sanat yoluyla diğer insanlara ve canlılara çok daha kolay aktarılabilir. Zaten onun için sanat vazgeçilmez […]
Devamını Oku